TÜRKÇENÝN MÝSAFÝRLERÝ
(GÜN OLUR DUVAR KONUÞUR)
Muharrem Dayanç [1]
Yaþamak baþlý baþýna bir öðrenme sürecidir. Öðretirken de öðreniriz. Hele bir dili baþka kültürden gelenlere aktarýyorsanýz öðretme ve öðrenme bahisleri iç içe geçer. Zihninizin açýk dikkatinizin keskin olduðu derslerde/zamanlarda bazen öyle öðretici sahneler yaþarsýnýz ki bunlarý üþenmeden kayýt altýna alýrsanýz gelecek yýllarýn ders notlarýnýn bir kýsmý kendiliðinden ajandanýzda birikmeye baþlar. Yabancý öðrenciler dilin inceliklerini anlamaya baþladýktan sonra Türkçeyi onlara kültür boyutunda kavratmak farklý yöntemler kullanmayý zorunlu hale getirir. Seviyelerini göz önünde bulundurarak mümkün olduðunca kýsa metinlerle/þiirlerle bu süreci hýzlandýrabilirsiniz mesela. Böyle durumlarda Enis Behiç’in “Hatýra” þiiri benim favori metinlerimden biri olmuþtur. Bu þiirin, o güne kadar öðretilenlerin bir bölümüne -sýralama tekniði ile- göndermeler yapmasý bu tercihteki ilk neden olarak görülebilir. Ýkinci neden þiirin bestelenmiþ olmasýdýr. Türkçeyi öðretmede musiki denen bir baþka sihirli el devreye girer bu noktada. Dil öðretimindeki araçlar çeþitlendikçe öðrenme süreci hýzlanýr ve kolaylaþýr.
Geçsin günler, haftalar,
Aylar, mevsimler, yýllar.
Zaman sanki bir rüzgâr
Ve bir su gibi aksýn.
Sen, gözlerimde bir renk,
Kulaklarýmda bir ses,
Ve içimde bir nefes,
Olarak kalacaksýn.
Yabancýlara Türkçe dersi verenler yukarýdaki mýsralarýn Türkçe öðretme bahsinde ne kadar zengin malzemeyi içinde barýndýrdýðýný hemen fark ederler. Hatta ben, kelime ve imgelerden hareketle metni/þiiri biraz daha renklendirir, serbest çaðrýþýmlarý devreye sokar ve bazý kelimelerden yeni metinlere/þarkýlara/türkülere doðru yolculuða çýkarým. Öðrenciler mest olurlar. Yukarýdaki þiirde geçen “rüzgâr” kelimesinden bahsettikten sonra öðrencilerime bir sürpriz yaptýðýmý hatýrlýyorum. Ýnternetteki bir müzik kanalýndan “rüzgâr” þarkýsýný açmýþtým. Ýnanýr mýsýnýz, ikinci dinleyiþten sonra dünyanýn yedi kýtasýndan gelen gençler melodiyi de tutturarak þarkýyý söylemeye baþlamýþlardý. Þarký ders sonrasýna, koridorlara kadar taþmýþtý:
Penceremin perdesini havalandýran rüzgâr
Denizleri köpük köpük dalgalandýran rüzgâr
Gir içeri usul usul beni bu dertten kurtar…
…
Seviyeyi göz önünde bulundurarak titizlikle seçilen þiirler, þarkýlar, türküler, kýssalar, hikâyeler, anekdotlar, fýkralar yukarýda da kýsmen belirttiðim gibi hem dile giden yolu kýsaltýyor hem de Türk diline ve kültürüne olan ilgiyi artýrýyor.
Buyurun Nasrettin Hoca fýkrasýyla baþlayan bir dersi beraber iþleyelim:
Nasrettin Hoca bir yolculuk sýrasýnda havanýn aniden kötüleþmesi yüzünden, köhne bir handa konaklamak zorunda kalýr. Gece büyük bir fýrtýna çýkar ve Hocanýn kaldýðý odanýn her yanýndan ayrý ayrý garip sesler ve gýcýrtýlar gelmeye baþlar. Rüzgârýn þiddeti arttýkça gýcýrtýlar ve sesler daha da çoðalýr. Hoca korkar ve sonunda hancýya giderek durumu anlatýr. Hancý çok piþkindir:
-Bir de Hoca olacaksýn, der, bilmez misin her yaratýk kendi diliyle Allah’ý zikreder.
-Biliyorum, der, Hoca, biliyorum, asýl bundan korkuyorum, ya zikrede ede coþar, cezbelenir de secdeye kapanýverirse!
Nasrettin Hoca’nýn yukarýdaki fýkrasýyla baþladý ders. Uzun uðraþýlardan sonra bazý kelime ve kavramlarýn anlam ve göndermelerini öðrencilerle birlikte küflenmiþ bir çiviyi duvardan çýkarýr gibi söktük. Geriye izaha muhtaç birkaç ibare kaldý. Bunlardan biri “köhne bir han”dý. Bir müddet bu kelime grubunu kafamda ölçtüm, biçtim, tarttým ve özellikle “han” kelimesinin günümüzdeki karþýlýðýnýn ne olabileceði noktasýnda yoðunlaþtým.
Bugünden geçmiþe yolculuk yapmak daha kolay gibi geldi bahsin baþýnda, bu yüzden tahtaya önce büyük ve kocaman harflerle “otel” ve “motel” kelimelerini yazdým. Sonrasý güzel bir senaryo kurgulamakla ilgiliydi. (Ýþini ciddiye alan öðretmenler için her ders ayrý bir senaryodur.) Bu iki kelimeyi ana hatlarýyla izah ettikten sonra öðrencilerimle birlikte hayali bir yolculuða çýktýk. Kimimiz kendi arabamýzla, kimimiz otobüslerle, kimimiz yalnýz, kimimiz kafileyle seyahat etmeye baþladýk. Uzunca bir yolculuktan sonra uygun bir yerde mola verdik. Arabalarýmýzý/otobüslerimizi otoparka býraktýk ve odalarýmýza çekildik. Herkes kalacaðý süreyi göz önünde bulundurarak eþyalarýný dolaplara yerleþtirdi, duþunu aldý ve lobiye indi. Yemekler yendi, çaylar/kahveler içildi, sohbetler edildi. Kurgunun, herkesin bir þekilde tanýk olduðu/bildiði, tecrübe ettiði yönünü anlamak da kolaydý anlatmak da, ama artýk gizemli bir âleme yolculuk yapmanýn zamaný gelmiþti.
Bu sefer tahtaya yine büyük ve kocaman harflerle “hanlar”, “kervansaraylar” yazýldý. Yolculuk geçmiþeydi ve geçmiþteydi. Uçsuz bucaksýz çöllerde, kýrlarda, ovalarda, tepelerde, kaleyi andýran dað geçitlerineydi/geçitlerindeydi. Kâh yaya kâh atlý sürekli yol alýyorduk. Ýstediðimiz yerlerde deðil, denk geldiðimiz hanlarda, kervansaraylarda konaklayabiliyorduk. Tam bir yolda olma hali veya yola uyum saðlama durumu… “Mola verdik çocuklar.” dedim ve ekledim, “Atlarý nereye baðlayacaðýz?” Afrika’dan gelen bir öðrencim daha cümlem bitmeden lafý gediðini koydu, “Atpark’a Hocam!” Türkçesi ileri seviyede olan öðrencilerim için güzel bir gülme bahanesiydi bu cevap. Sýnýfa bir tebessüm dalgasý yayýldý. Sözlükteki “a” harfi o an üretilmiþ bu taze kelime ve anlamla bir madde daha zenginleþmiþti.
Atlarýmýzý “köhne han”ýn giriþ/zemin katýna baðladýk. Han sahipleri hem atlarý hem bizi doyurduktan sonra odalarýmýza çekildik. Nereden bilebilirdik bir han odasýnda, içimizdeki gurbete yeni gurbetler ekleyecek sürprizlerin bizi beklediðini? Yolu buraya düþen her yolcu yanýk bir þiirle içini dökmüþtü han duvarlarýna ve öyle devam etmiþti serhaddi belli olmayan bu yolculuða. Misafirler içinde yolunu kaybeden de vardý, sevdiðini arayan da. Ýlim tahsil etmeye giden de vardý, yangýn evini andýran vatanýnýn bitmez tükenmez dertlerine çare olurum ümidiyle cepheden cepheye koþan da. Hepsi insandý bunlarýn, hepsi gurbet kuþuydu. Onlarý yükselten ve uçuran kanatlarý deðil, umutlarýydý. Ne mektuplarýný gönderebilecekleri posta katarlarý vardý ne de sevdiklerine yüreklerinde biriktirdiklerini ulaþtýracak iletiþim araçlarý. Geriye biraz gece, biraz rüya, biraz da han duvarlarý kalmýþtý. Duvara derdini yanmak, duvardan derman ummaktý bu çaresizliðin diðer adý. Birer mektuptu her duvar, arzuhaldi, hasret yüklü feryattý. Þair bir milletin taþýn soðuk yüzüne kelimelerle çizdiði içli birer resimdi her mýsra, her dörtlük.
Sevdiklerinize mýsralarla örülmüþ bir mektup mu göndereceksiniz, bunu sabaha kadar uyumadan duvara nakþetmek zorundaydýnýz ve çok da açýk edemezdiniz kendinizi. Bir gün, bir hemþehriniz, bir köylünüz mahlasýnýzdan sizi tanýyacak, olur ya onun da yolu köye düþerse sevdiklerinize bu þiir aracýlýðýyla sizden haber götürecekti… Hâlâ sað olduðunuzu, onu unutmadýðýnýzý yavuklunuza anlatacaktý mesela. Ýçindeki umutlar bir kere daha çiçeðe duracaktý bekleyenlerin. Bu ne çaresizliktir Allah’ým!
Veya annenizin belki bir daha öpemeyeceðiniz, koklayamayacaðýnýz mübarek elini iþleyecektiniz duvarlara kelime kelime. Bir hemþehriniz, bir köylünüz onu okuyacak, annenize selam götürecekti kuþ kanadýyla. “Oðluna rastladým ana”, diyecekti “bir han duvarýnda, elini öpüyor, dua bekliyor.”
“Serhaddimize kal’â bizim hâk-i bedendir”, “Nehirler gazidir, daðlar kahraman”, “Tuna aðlýyormuþ bazý geceler/Göðsünde kefensiz þehitler varmýþ”, “Çanakkale içinde vurdular beni/Ölmeden mezara koydular beni”, “Daha can boðazdayken/Verdiler salamýzý” diyen bir milletin yüreðindeki ateþin kýrmýzý bir mürekkep olup han duvarlarýna sýçramasýndan daha tabiî ne olabilirdi?
Kelimelerin sihirli dünyalarýna tutunarak yüzlerce yýl geriye gitmiþtik öðrencilerimle, tuttum kuyudan çýkardým bütün Yusuflarý. Iþýk oldum gözlerine yaðdým cümle Yakuplarýn. Tahtaya iki þiir, iki de þair adý yazdým sonra. “Hancý” ve “Han Duvarlarý”ydý ilk iki ibare, þairler “Bekir Sýtký Erdoðan” ve “Faruk Nafiz Çamlýbel”di.
Faruk Nafiz’in Ýstanbul’dan Kayseri’ye giderken han duvarýnda rastladýðý “bir þair arkadaþ”tan bahsettim önce. Acý bir tat býraktý hikâye bütün zihinlerde. Adý, Maraþlý Þeyhoðlu’ydu duvardaki þair arkadaþýn. On yýldýr ailesinden, sevdiðinden, sevdiklerinden ayrýydý. Kader onu kuru bir yaprak misali cepheden cepheye savurmaktaydý. Kim bilir belki de sevdiði bir baþkasýna yâr olmuþtu. Hastaydý, hastalýðýnýn adý veremdi. Cahit Sýtký gibi “Kapýmý çalýp durma ölüm/Açmam/Ben ölecek adam deðilim.” demesine aldýrmýyordu kader, ara vermeden çalmaya devam ediyordu kapýsýný:
On yýl var ayrýyým Kýnadaðý’ndan
Baba ocaðýndan, yâr kucaðýndan
Bir çiçek dermeden sevgi baðýndan
Huduttan hududa atýlmýþým ben
Gönlümü çekse de yârin hayâli
Aþmaya kudretim yetmez cibâli
Yolcuyum bir kuru yaprak misâli
Rüzgârýn önüne katýlmýþým ben
Garîbim nâmýma Kerem diyorlar
Aslý’mý el almýþ harem diyorlar
Hastayým derdime verem diyorlar
Maraþlý Þeyhoðlu Satýlmýþ’ým ben
Öteyi ne siz sorun ne ben söyleyim, diyerek Bekir Sýtký’ya gönderme yaptým dersin devamýnda. Bakalým kaç kiþi ziyaret edecek yolu hanlara, gönlü duvarlara düþen þairleri, diye de ekledim sonra.
“Handýr bu gönlüm, yâ misâfirhâne… Derd konuklar, derman konuklar, hayâl konuklar, melâl konuklar; mümkün konuklar, muhâl konuklar. Hele hasret, hiç çýkmaz ordan, çýkmaz ordan. Handýr bu gönlüm, yýkýk, dökük… Fakir konuklar, zengin konuklar, âlim konuklar, câhil konuklar, gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancý vardýr, hiç çýkmaz ordan, çýkmaz ordan.” diyerek zikre dalan Samiha Ayverdi’nin Hancý’sý baþka derse kalsýndý artýk.
Unutur muyum seni üstad!
Peykeler, duvara mýhlý peykeler;
Duvarda, baþlardan, yaðlý lekeler,
Gömülmüþ duvara, baþ baþ gölgeler...
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin! mýsralarýnýn içimdeki sýzýsý hiç dinmedi be üstad kýrk yýldýr!
Ýki kapýlý bir handa yaþayan ve nabzý duvarlarda atan bir milletiz. Behçet Necatigil “Hangi Han?” der kafamýzý karýþtýrýr. O da ne, Mahsuni Þerif’te han da sarhoþtur, hancý da, yol da sarhoþtur, yolcu da. “Ýçimdeki sancý sarhoþ” söyleyiþi o kadar ince ve sirayet edicidir ki nitelikli okuyucuyu Þemsi Belli’nin “Þarhoþ Mýsralar”ýna kadar götürür.
Fuzûlî’den Nâzým’a, Attila Ýlhan’dan Berlin’e kadar ne duvarlar bilirim ben. Ama aklým da gönlüm de yüzlerce yýl öncesinde, han duvarlarýnda mýhlý kalmýþ. Ben bir duvarým hiç güneþ görmedim, diyen han duvarlarýnda. G. Tuba Çelik’in “Beklemek” adlý öyküsünün giriþ cümlesi “duvar”a âdeta can suyu verir: Ben beklemekten yapýlmýþ bir duvardým. Kastamonulu Cemil Atay’ýn, düþüncelerini onaylamayan/beðenmeyen oðluna (Oðuz Atay) sesini yükselterek söylediði “Senin aynadan gördüðünü ben ‘dývardan’ görürüm.” sözünü baþka bir yazýya býrakalým.
Not: Bu yazý Türk Edebiyatý’nda (Ekim 2018) yayýmlanmýþtýr.
[1] Ýstanbul Medeniyet Üniversitesi
Muharrem Dayanc hakkýndaki diðer yazýlar Gsterim: 2043 | E-posta
|