TÜRKÇENÝN MÝSAFÝRLERÝ
(YUNUS EMRE BELGRAD’DA)
Muharrem Dayanç*
Yýllar önce bir gazetede okuduðum “Yunus Emre Enstitüsü Belgrad’da Türk Kültür Merkezi açýyor.” haberi, Bosna’da bu enstitü adýna bir yýl görev yapan beni çok heyecanlandýrmýþ ve mutlu etmiþti. Bugünkü Türkçenin mayalandýðý kaynaklardan biri, hatta Cemal Süreya’nýn ifadesiyle “Türkçenin sütdiþleri” olarak görülebilecek Yunus Emre adýna, Balkanlarýn bu sembol þehrinde bir kültür merkezinin açýlmasýyla, “Yunus Emre Belgrad’da” ibaresi, kutsal gecelerde minareler arasýna asýlan/gerilen bir mahya gibi zihnimde dalgalanmaya, yanýp sönmeye baþladý. Tuna ile Sava’nýn kavuþtuðu bu þehre bir eski dost daha hece hece, kelime kelime, dize dize, cümle cümle akýn ediyor, burada yaþayanlarý kültürel anlamda ihyâ etmeye ve küllenmiþ hatýralarý canlandýrmaya ahdediyordu. Bundan büyük mutluluk, saadet olabilir miydi? Fakat þu an, bunlarý yazarken, içimden bir ses, bütün bu güzelliklere gölge düþürür gibi oldu, “Keþke” dedi, “ekonomik nedenlerle Türkçenin dünyaya ve özellikle Balkanlara akýþý inkýtaya uðramasaydý. Yunus Emre Enstitüsü’nün ödeneðinde kesintiye gidilmeseydi. Keþke!” Kýsa sürede eskiye dönülmesi umudunu taze tutarak, bir kere daha, ve belki de “Türkçenin Misafirleri” serisinin son yazýsý olarak, konuklarýmýzý sayfamýzda aðýrlamaya devam edelim.
Geçmiþte, Yunus Emre Enstitüsü’nün burslu öðrencileri sýk sýk “Türk Dili ve Edebiyatý” bölümündeki derslerimi basarlardý. Nasýl “Hayýr!” diyebilirdim, dersimi dinlemek isteyen birbirinden aydýnlýk bu yüzlere? Yine misafirlerimin ansýzýn çýkageldikleri böyle bir günde, tersliðe bakýn, ders yaptýðým sýnýfta bir kiþilik bile boþ yer yoktu. Ne yaptýk ne ettik, önce gönlümüzden sonra sýralardan yerler açtýk ve bir buçuk saat ayný havayý teneffüs ettik bu insanlarla. Bosna tecrübemden hareketle tane tane, yavaþ yavaþ konuþtum ve herkesin rahatlýkla anlayabileceði dille, üslûpla iþledim dersimi. Misafirlerim de dersin doðal akýþýnda fazla zorlanmadan yerlerini aldýlar. Nurdan Gürbilek’in kavramlaþtýrmasýyla ifade etmek gerekirse bir çeþit “þölenden dýþlanmýþlýk” duygusunu yaþatmadým konuklarýma, onlara da söz verdim, onlarý da dinledim, onlarýn da sorularýný yanýtlamaya çalýþtým. Sonuçta, üniversite kavramýnýn ruhuna uygun kýtalar arasý bir ders çýktý ortaya, gölgesi bugünlere kadar düþen.
Konumuz, Tanzimat döneminin Ahmet Cevdet Paþa, Sadullah Paþa, Akif Paþa, Yusuf Kâmil Paþa, Þinasi gibi öncü þahsiyetlerinden biri olan Münif Paþa’ydý (1830-1910). Hayatýný, Ahmet Mithat Efendi’yi akla getirir þekilde bilimin ve eðitimin önemini anlatmaya adamýþ bu insaný, liseden pek de dolu gelmeyen gençlere kavratmak kolay deðildi. Bu nedenle birçok bahsin, þahsýn, olgunun, türün, terimin, kavramýn özüne inmek gerekiyordu. Ev sahipleriyle misafir öðrenciler arasýnda, dile hâkimiyet dýþýnda çok da fark yoktu aslýnda.
(Altý dil bilen, yaptýðý seyahatlerle/görevlerle Doðu ve Batý’yý kulaktan dolma bilgilerle deðil, görerek, içine girerek/yakýndan tanýyan Münif Paþa, 1859 yýlýnda, Tanzimat’tan sonraki ilk edebî çevirilerden biri olan Muhaverât-ý Hikemiyye’ye imza attý. Memleket iþlerinin ancak eðitimle/bilimle düzelebileceðine inanan Paþa, üç defa maarif nâzýrý oldu. Zamanýnýn ‘Osmanlý Bilim Derneði’ni -Cemiyet-i Ýlmiye-i Osmaniye’yi- kurdu (1861) ve bu dernek adýna Mecmua-i Fünûn’u çýkardý (1862). II. Abdülhamit’e iktisat dersleri verdi. Bahsi, Tanpýnar’ýn bu öncü þahýsla ilgili söyledikleriyle toparlayalým: “Münif Paþa ‘éclectique’ bir adamdý. Gazetecilikten baþka, hukuk, iktisat, edebiyat, felsefe, hepsi onu çekmiþtir. Herkesin, her þeyi birden öðrenmeye çalýþtýðý ve gençlerin bazen hiçbir hocasýz ve rehbersiz yepyeni bir bilginin ortasýna tek bir kitapla atýldýðý böyle bir devirde bu çok tabiî idi. Fakat asýl hüviyetini, ne bu tecessüs ne de resmî hayatýný o kadar baþarýlý yapan büyük vazifelerinde aramalýdýr. O da Cevdet Paþa gibi, öðretmek için doðanlardandý. Ve ömrünün sonuna kadar öðretti.”)
Münif Paþa’nýn çocukluk ve gençlik yýllarýný Mýsýr’da (Kahire’de) geçirmesi ve bu sürecin Kavalalý Mehmet Ali Paþa’nýn Mýsýr Valisi olduðu zamana denk gelmesiyle payitaht (Ýstanbul) arasýnda tarihsel bir bað kurmak zorundaydým. Çünkü iþin püf noktasý biraz da buradaydý. Kelimelerden kurduðumuz köprülerle II. Mahmut (1808-1839) dönemine doðru yol almaya çalýþýyorduk hep birlikte. Tarihe meraklý olanlar, yenilikçi bir padiþah olan II. Mahmut’un; askerlik sahasýndaki ihtiyaçlarý karþýlamak için Avrupa’ya öðrenci göndermek, yeni kurulan ordunun (Âsâkir-i Mansûre-i Muhammediye) doktor ihtiyacýný karþýlamak için Týphâne açmak, Mýsýr’da çýkan gazetenin (Vakayi-i Mýsriyye) benzerini Ýstanbul’da çýkarmak (Le Moniteur Ottoman, Takvim-i Vakayi) gibi ýslahatlarýnýn birçoðunda Kavalalý’dan etkilendiðini bilirler. Ayrýca bu bahsin özünde, sadece etkilenme deðil, bu iki devlet adamýnýn gizliden gizliye rekabeti de vardýr. Bu iliþkinin/rekabetin yakýn dönem Türk tarihinin bir yüzüne ýþýk tuttuðu da söylenebilir.
“Münif Paþa’nýn, Avrupa’yý bu kadar yakýndan takip eden ve yaptýðý yeniliklerle Ýstanbul’u kendisini örnek almak/taklit etmek zorunda býrakan bir vali zamanýnda Kahire’de bulunmasý, Kavalalý’nýn yaptýklarýný bire bir gözlemlemesi, onun ufkunu açmýþ, kiþiliðinin oluþmasýný derinden etkilemiþtir…” gibi cümlelerle konuyu izah etmeye çalýþýrken mevzu ister istemez Osmanlý Devleti’nin son dönemine doðru evrilmeye baþladý. Bir an misafirlerimin Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Karadað gibi Balkan ülkelerinden geldiklerini hatýrladým. Balkanlar, medeniyet tasavvurumuzu hayata geçirdiðimiz, birikimlerimizi bu coðrafyanýn suyuna, topraðýna, taþýna, daðýna, ovasýna ve nihayetinde insanýna nakýþ nakýþ iþlediðimiz bir yerdi. Buna yýllar önce Novipazar’dan (Yenipazar) Prizren’e, Üsküp’ten Poçitel’e, Travnik’ten Saraybosna’ya, Tuna’dan Neretva’ya, Þar Daðlarý’ndan Rodop Daðlarý’na, Stari Most’tan (Eski Köprü) Drina Köprüsü’ne, Sarý Saltuk’tan Ayvaz Dede’ye, Sokullu Mehmet Paþa’dan Mimar Sinan’a, Ývo Andriç’ten Meþa Selimoviç’e, Cemalettin Latiç’ten Aliya Ýzzetbegoviç’e (Ýgman Daðý gibi adam) kadar bütün yönleriyle þahit olmuþ bir insandým.
…
Ders devam ediyordu.
“Evet, biz Osmanlý’nýn torunlarýyýz, ama siz de Osmanlý’nýn torunlarý sayýlýrsýnýz.” dedim kurduðum cümlenin anlamýný zihnimde çok da tartmadan. Amacým, misafirlerimi dersin içinde tutmanýn yaný sýra, “Burada olduðunuzu unutmadým.” mesajý da vermekti. Ama beklemediðim bir þey oldu, cümlem biter bitmez misafirlerimden biri, “Sayýlýrsýnýz da ne demek hocam!” demez mi? Sýnýftaki bütün gözler sesin geldiði tarafa doðru çevrildi. Devam etti misafirim, “Biz, beþ yüz sene Osmanlý idaresi altýnda yaþadýk, bundan da onur duyduk, gurur duyduk. Elbette biz de Osmanlýyýz.”
Takdirle þaþkýnlýðýn, dalgýnlýkla mahcubiyetin birbirine karýþtýðý bir ses tonuyla “Haklýsýn.” diyebildim ancak.
Kýsa bir sessizlikten sonra Osmanlý’ya karþý takýndýðýmýz olumlu tavýrlarýn yaný sýra olumsuz tavýrlar, bilgiye ve belgeye dayanmayan haksýz eleþtiriler geldi aklýma. Ýnsaf ölçülerini aþan deðerlendirmeler, hükümler geldi. Bir öðrencim bu sessizliði bir hafta önce verdiðim örneði hatýrlatarak bozdu. Bir önceki derste söz II. Abdülhamit’e gelmiþti. “Bir Lâhza-i Te’ahhur” (Bir Anlýk Gecikme) adlý þiirden hareketle Abdülhamit’e düzenlenen suikasttan, daha sonra bu tuzaðý kuran insanlarý Tevfik Fikret’in “Ey þanlý avcý, dâmýný bîhûde kurmadýn! / Attýn… Fakat yazýk ki, yazýklar ki vurmadýn!” gibi mýsralarla yüceltmesinden, bütün bu olanlarýn arkasýndaki faktörlerden bahsetmiþtim. Birkaç cümle kurmuþ ve bu çözümlemeleri yaparken þunlarý demiþtim özetle: “Dünyada iki millet Abdülhamit’i sevmez, biri Ermeniler diðeri biz. Ermenileri anlýyorum ama bizim, özellikle bilimle uðraþan aydýnlarýmýzýn Abdülhamit ön yargýlarýný, kinlerini, düþmanlýklarýný anlamakta zorlanýyorum.”
Mesele bir padiþaha karþý takýnýlan olumsuz tavýr deðildi sadece, zaman zaman belge ve bilgilerin önüne geçen ön yargýlardý. Bilginin konuþacaðý yerde duygularýmýz konuþuyordu. Gerçeðin deðil, kendi ön yargýlarýmýzý doðrulatmanýn peþindeydik.
Sýnýftaki dikkatin sessiz bir bekleyiþe dönüþtüðü bir anda “Erasmus Programý”yla yurt dýþýna giden bir öðrencimin yaþadýklarý geldi aklýma.
Avrupa’nýn birçok yerinden gelen gençler yine bir Avrupa ülkesinde yarým dönem için buluþurlar. Ýlk günler daha çok gençlerin birbirlerini tanýma seanslarýyla geçer, sadece görsellikler alýnýp satýlýr, dýþ faktörler etkili olur. Seviye, “þu ne kadar güzel/yakýþýklý, þu ne kadar karizmatik/silik, þu ne kadar sýcak/soðuk” yaklaþýmlarýnýn bir adým ötesine geçmez. Bir süre sonra, iç dünyalara, tarihlere, kültürlere yolculuk baþlar ve herkes geldiði ülkeyi pazarlama derdine düþer.
Böyle bir arkadaþ ortamýnda öðrencim “Ben Türküm!” der. Masadakilerden biri kaçar gibi bir tavýrla bir adým geriye çekilir ve oradakilere buz kestirecek þu cümleleri kurar:
-Siz, beþ yüz sene memleketimizi iþgal ettiniz, bizi sömürdünüz. Sizinle ayný masada oturmak bile istemiyorum, siz, ülkeniz, milletiniz…
Uzayýp giden bu suçlamalarý/ithamlarý bir þekilde savuþturan öðrencim “Bir dakika” der, “lütfen bir dakika, size birkaç küçük sorum olacak, sorularýmý sorduktan sonra Belgrad’a kadar yolunuz var.”
-Siz þu anda hangi dili konuþuyorsunuz?
-Sýrpça!
-Dininiz?
-Ortodoks, Hristiyan!
“Hý, öyle miii” der, devam eder sözlerine:
-Demek hâlâ Sýrpça konuþuyorsunuz, dininiz Hristiyan, mezhebiniz Ortodoks. Ýddia ettiðiniz gibi beþ yüz sene sizi sömürseydik; size zulmetseydik, þu anda siz de milletiniz de Türkçe konuþuyor olurdunuz, dolayýsýyla dininiz de Ýslâm olurdu…
En koyusundan sessizlik yayýlýr masaya, hatta masadan diðer masalara. Öðrencimin anlýk kurguladýðý bu sorular ve sorulara verilen cevaplar sadece Sýrbistan’dan gelen arkadaþýna deðil, ön yargýlarýný henüz gün yüzüne çýkaramayanlara da cevap olur bir þekilde.
Sait Faik’in “Alemdaðda Var Bir Yýlan” adlý öyküsünde geçen “Yalnýzlýk dünyayý doldurmuþ.” ifadesindeki “yalnýzlýk”ýn yerine “ön yargý”yý koydum ve kendi kendime þunlarý mýrýldandým daha sonra:
Ön yargýlar dünyayý doldurmuþ. Bu tür iddialarý akýlcý yöntemlerle, belge ve bilgilerden hareketle berhava edecek Mustafalara ne kadar çok ihtiyacýmýz var. Elbette yanlýþlarýmýzý, eksiklerimizi ortaya koyacak ama derûn-ý kalbimize de makes olacak, birkaç dil bilen ama en yeni araç-gereç ve metotlarla genç dimaðlarý Türkçeyle buluþturacak, bu dile, bu kültüre misafir edecek Mustafalara…
Hemen her üniversitede, dünyanýn deðiþik ülkelerinden okumaya gelen Türkçenin misafirlerini hâlâ fark etmeyen, fark etse de pek önemsemeyen dostlara da bu iþin hakikatini anlatacak; propaganda yapan deðil, kýrk gün ayný türküyü çýðýran deðil, ezberleri tekrarlayan deðil, yýlda bir bile yüzünü çevirmediði þiiri aðzýna yakýþtýramayan deðil, karþýlaþtýrmalý ve en yeni yaklaþýmlarla deðerlerimizi dünyaya tanýtacak, aktaracak Mustafalara ne çok ihtiyacýmýz var.
Geçmiþin, bugünün, geleceðin Mustafalarýna selam olsun. Ellerinden Yunus Emre bayraðý, gözlerinden bilim ýþýðý, gönüllerinden sevgi, dillerinden Türkçe eksik olmasýn.
Not: Bu yazý Türk Edebiyatý’nda (Aralýk 2018) yayýmlanmýþtýr.
Muharrem Dayanc hakkýndaki diðer yazýlar Gsterim: 2123 | E-posta
|