YAHYA KEMAL ÇALIÞMALARINI TASNÝF DENEMESÝ
VE
BÝR ÖRNEK
Prof. Dr. Muharrem DAYANÇ*
I. GÝRÝÞ
Modern Türk þiirinin Ahmet Haþim’le birlikte kurucu þairlerinden biri olarak kabul edilen Yahya Kemal, ölümünden sonra hakkýnda yazýlanlar ve eserleri üzerine yapýlan çalýþmalar bakýmýndan þanslý bir yazardýr. Ölümünden sonra Beyatlý ile ilgili kitap yazma süreci zaman zaman inkýtaa uðramakla birlikte bugüne kadar devam edegelmiþtir.
1958’ten bugüne kadarki zaman diliminde Yahya Kemal’e yer veren baþlýca eserleri ana hatlarýyla þu þekilde tasnif etmek mümkündür:
· Hayatý, edebî kiþiliði ve eserlerinden hareketle yazýlanlar: Hilmi Yücebaþ, Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal Hayatý-Hâtýralarý-Þiirleri (1958); Zahir Güvemli, Yahya Kemal (1958); H. Vehbi Eralp, Yahya Kemal Ýçin (1959); Ahmet Hamdi Tanpýnar, Yahya Kemal (1962); Hüseyin Sesli, Yahya Kemal (1963); Muzaffer Uyguner, Yahya Kemal (1964); Beþir Ayvazoðlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam (1985); Âlim Kahraman, Yahya Kemal Beyatlý (1998); Kâzým Yetiþ, Yahya Kemal I Hayatý (1998); Ýsa Kocakaplan, Gök Kubbemizin Þairi, (1998)¸Konur Ertop, Mektepten Memlekete: Fotoðraflarla Yahya Kemal’in Yaþam Öyküsü, (1998); Kemal Bek, Yahya Kemal Beyatlý Yaþamý ve Yapýtlarýný Okuma Kýlavuzu (2001); Cengizhan Orakçý, Yahya Kemal Beyatlý, (2003); Sermet Sami Uysal, Þiire Adanmýþ Bir Yaþam Yahya Kemal Beyatlý (2006); Alim Kahraman, Büyük Göçmen Kuþ: Yahya Kemal Beyatlý, (2013); Önder Göçgün, Yahya Kemal Beyatlý, (2015); Yahya Kemal Ýçin Yazýlanlar Cilt I-II, Haz: Kâzým Yetiþ (1998) vb.
· Belli bir bakýþ açýsý ve konudan hareketle yazýlanlar: Nihat Sami Banarlý, Yahya Kemal ve Ýman, (1959); Adile Ayda, Yahya Kemal’in Fikir ve Þiir Dünyasý (1978); Mustafa Özbalcý, Yahya Kemal’in Duygu ve Düþünce Dünyasý (1990); Ahmet Akþit, Yahya Kemal’in Tarihçiliði, (1991); Sait Baþer, Yahya Kemal’e Göre Türk Kimliði ve Görüþlerinin Kamuoyundaki Yansýmalarý, (1996); Mehmet Demirci, Yahya Kemal ve Mehmet Akif’te Tasavvuf, (1993); Hasan Bülent Kahraman, Yahya Kemal Rimbaud’yu Okudu mu? (1997); Yaþar Þenler, Kültür ve Edebiyata Dair Görüþleriyle Yahya Kemal (1997); Sait Baþer, Yahya Kemal’de Türk Müslümanlýðý (1998); Serdar Öztürk, Kültür ve Sanat Dünyamýzda Yahya Kemal Beyatlý (1988); Taha Toros, Türk Edebiyatýnda Altý Renkli Portre (1998); Tahir Abacý, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpýnar’da Müzik (2000); H. Ömer Özden, Estetik ve Tarih Felsefesi Açýsýndan Yahya Kemal (2001); Ayhan Güldaþ, Yahya Kemal’de “Son” (2008); Nurullah Çetin, Milletleþme Sürecimizde Yahya Kemal Aydýnlanmasý (2008); Nevzat Kösoðlu, Milliyetçilikte Yeni Arayýþlar Yahya Kemal Hayatý ve Düþünce Dünyasý, (2009); H. Ömer Özden, Bir Ýnanç ve Kültür Terkipçisi Yahya Kemal (2011); Alphan Akgül, Anlamýn Sesi Yahya Kemal Beyatlý’nýn Þiir Estetiði, (2014); Habil Þentürk, Yahya Kemal ve Din, (2014); H. Hicran Göze, Yahya Kemal ve Atatürk Aralarýnda Neler Yaþandý, (2015); Sadettin Ökten, Yahya Kemal’den Bugüne Ýstanbul, (2015); Ýbrahim Eryiðit-Rana Ýslam Deðirmenci, Tarihin Þiir Dili Yahya Kemal, (2018) vb.
· Hatýra ve izlenimlerden hareketle yazýlanlar: Abdülhak Þinasi Hisar, Ahmet Haþim-Yahya Kemal’e Veda (1969); A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyasý (1980); Cahit Tanyol, Türk Edebiyatýnda Yahya Kemal (1985); Nihat Sami Baharlý, Yahya Kemal’in Hatýralarý (1997); Nihat Sami Baharlý, Yahya Kemal Yaþarken (1997); Süleyman Bulut, Þaka, Alay ve Hazýrcevaplarýyla Nüktedan Yahya Kemal, (2010); Þemsi Kuþeyri, Yakýn Dostlarý Yahya Kemal’i Anlatýyor, (2016) vb.
· Ansiklopedik mahiyette yazýlanlar: Beþir Ayvazoðlu, Yahya Kemal “Eve Dönen Adam” Ansiklopedik Biyografi (2008).
· Kendi aðzýndan yazýlanlar: Sermet Sami Uysal, Yahya Kemal’le Sohbetler (1959); Adile Ayda, Yahya Kemal Kendi Aðzýndan Fikirleri ve Sanat Görüþleri (1962).
· Roman, hikâye ve tiyatro gibi kurmaca türü eserlerle yazýlanlar: Roman: Selâhattin Enis, Zâniyeler (1924); Ahmet Hamdi Tanpýnar, Huzur (1948) ve Sahnenin Dýþýndakiler (1950), Beþir Ayvazoðlu, Bozgunda Fetih Rüyasý (2001); Yýlmaz Karakoyunlu, Yorgun Mayýs Kýsraklarý (2004) vb. Hikâye: Ömer Seyfettin, Boykotaj Düþmaný (1914). Tiyatro: Sönmez Atasoy, Kendi Gök Kubbemiz (1990).
Daha çok kitaplardan hareketle oluþturulan yukarýdaki seçme kategorik eser listesi, üzerinde çalýþma yapýlan sanatçýlar içinde Yahya Kemal’in ayrý bir yere sahip olduðunu gösterir. Bu listeye deðiþik üniversite, enstitü ve resmî kuruluþlarýn yayýnladýðý dergiler/özel sayýlar; bilimsel toplantýlarda dile getirilen görüþler/bildiriler; hakemli dergilerde yayýnlanan makaleler ile popüler yayýnlarda/dergilerde kendilerine yer verilen yazýlar da eklenince ortaya daha kabarýk bir liste çýkar. (Naneci-Dalgýç, 2008: 1-66) Fakat bu çalýþmalarýn önemli bir kýsmý Yahya Kemal’in þahsýna, eserlerinin tematik yapýsýna, yani ne’sine odaklanmakta, yazarýn þiirlerine, þiirlerinin arka planýna, dili kullanmadaki inceliklere, hayal unsurlarýna, imajlara ve kýsacasý þiirlerinin estetik yönüne bir türlü sýra gelmemekte, yani þiirlerinin nasýl’ý ikinci planda kalmaktadýr. Sadettin Ökten’in Yahya Kemal’in Rüzgârýyla Düþünceler ve Duyuþlar (Ökten, 2008: 1-486) adlý kitap birçok yönüyle bu klasik/alýþýlmýþ/eskitilmiþ çerçevenin dýþýna çýkmakta ve bu nedenle özel bir ilgiyi hak etmektedir. Ökten, Yahya Kemal’in þiirlerinden seçtiði bazý anahtar kelime ve kavramlardan hareketle hem edebî metni tarihsel baðlamý içinde daha anlaþýlýr hâle getirmekte; hem de bu ibarelerin edebî metindeki estetik fonksiyonlarýný belirgin kýlmaktadýr. Ýçeriðini oluþturan kelimelerin þekil, muhteva, tarihî anlam/deðer ile estetik niteliklerine nüfuz etmeden bir edebî metin bütün incelikleriyle/hususiyetleriyle anlaþýlamaz. Ýþte bu noktada Ökten, kültür deðiþmeleri/kýrýlmalarý sonucunda eserle okuyucu arasýna giren mesafeyi akýcý bir üslûp, nitelikli bilgi ve tarihî derinliðe sahip yorumlarýyla gidermeye çalýþmaktadýr ki bu da Yahya Kemal’in þiir dünyasýnýn daha doðru anlaþýlmasýnýn zeminini oluþturmaktadýr. Ýzlenimci bir yöntem, açýklayýcý ve anlamlandýrýcý bir tavýr, tarif ve tasvir edici bir yaklaþým, temel ideal ve kavramlarý vurgulayýcý bir üslupla yazýlan bu eserde Ökten, okuyucuya, âdeta “Yahya Kemal’i doðru okuma ve anlama kýlavuzu” sunmaktadýr. Buraya kadar söylenenleri kitaptan somut örneklerle açýklamak konunun daha iyi anlaþýlmasýna hizmet eder.
II. DÝNÎ ve MÝLLÎ KAVRAMLARIN ÝÞLENÝÞÝNE BÝRKAÇ ÖRNEK
Sadettin Ökten’in “Cemiyet, Ferd ve Hakan Üzerine”, “Musikî Üzerine”, “Tarih ve Vatan Üzerine” alt baþlýklarýndan oluþan Yahya Kemal’in Rüzgârýyla Düþünceler ve Duyuþlar (Ökten, 2008: 1-486) adlý kitabýnda üzerinde durulan ilk þiir “Süleymaniye’de Bayram Sabahý”dýr. Yahya Kemal’in ölümünden bir yýl önce (1957) Hürriyet Gazetesi’nde altý bölüm halinde yayýmlanan bu edebî metin (Ayvazoðlu, 2008: 456) “mimarideki Süleymaniye’nin þiirdeki karþýlýðý”dýr (Eralp, 1959: 64). Ayrýca bu þiir, Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz (Beyatlý, 2008: 3-102) kitabýna adýný veren Türk þiir tarihinin tarihî derinlik baðlamýnda en çarpýcý imgelerden birini de içinde barýndýrýr. Bize ait deðerlerin bir bütün olarak yaþadýðý ve geleceðe aktarýldýðý bir dünyanýn sembolik bir ifadesidir bu “kendi gök kubbemiz” imgesi. Daha veciz bir sözle ifade etmek gerekirse; “Herkesin ‘gökyüzü’sü varsa, bizim de ‘kendi gök kubbemiz’ vardýr.” denilebilir.
a.) Rüya
Sadettin Ökten, Yahya Kemal ile ilgili bu eserinin birçok yerinde “rahmanî rüya/rüya-yý sâdýka” olarak adlandýrýlabilecek hadiselere atýfta bulunur. Fakat, özellikle bunlardan ikisi Ökten’in eserinin temel felsefesini somut olarak ortaya koymasý bakýmýndan bir adým öne çýkar. Bunlardan ilki, içinde, Süleymaniye Camii’nin yapýlmasýnýn arka planý ile manevî zemini hakkýnda ipuçlarý barýndýran rüyadýr. Bu rüyada Kanunî Sultan Süleyman ile Mimar Sinan Hazret-i Peygamber’i ayný anda rüyalarýnda görürler. Kanuni’nin dört adým gerisinde bulunan Sinan, Padiþahý görmüþ, fakat Padiþah sermimarân-ý hassayý fark etmemiþtir. Bu durum, Hazret-i Peygamber’in camii yaptýrma iþini Sultan’a emretmesi, Sultan’ýn da bu emri Mimar Sinan’a bildirmesiyle ortaya çýkar:
“Ecdad’dan gelen bir haberde rivayet olunur ki: Bir kutlu gecede hazret-i padiþah mana âleminde büyük bir tebþirata mazhar olur, rüyasýnda Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in teþrif buyurduklarýný görür. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem önde, kendisi arkada bir nice yol kat ettikten sonra Ýstanbul’un ufkunda bir tepeye vasýl olurlar ki bir ciheti Haliç’e ve Boðaziçi medhaline hâkimdir, diðer cihetten de Marmara enginine doðru meyillenir. Aleyhissalatu Vesellem Efendimiz mübarek talimleri ile Sultan Süleyman’a talim buyururlar. Cami’in ve külliyenin tanzimi, bu muazzez ve mükerrem irþad ile vücud bulur.
Bir dem sonra o mahalle, sermimarân-ý hassa Sinan ibni Abdülmennân ile gelen padiþah, ona meseleyi anlatmak için ‘Buraya bir cami ve bir de külliye inþa etmekliðimiz emrolundu.’ diye söze baþlarken Hazret-i Sinan araya girer ve abidenin tanzimi ile alakalý hususlarý bir bir serdetmeye baþlar. Bu hale taaccüp eden padiþah ‘Sinan, sen sanki bu iþten haberdar gibi görünüyorsun.’ deyince, sermimarân-ý hassa tevazu ile þöyle cevap verir: “Sultaným, mana âlemindeki tebþirâtta fakiriniz padiþahýmýz efendimizin dört adým arkalarýnda idim.” (Ökten, 2008: 25-26).
Ökten’in bu rüyayý, birazdan üzerinde durulacak rüya ile birlikte kitabýnýn merkezine yerleþtirmesinin arkasýnda iki ana mesaj yatar: Bu iki mesajdan birincisi, “bizim yaptýðýmýz her iþte ilahi emir ve rýza vardýr”; ikincisi “devrin ümerâsýnýn, ulemâsýnýn, halkýnýn vb. idealleri ortak rüyaya/ideale dönüþmeden büyük bir medeniyet kuramaz” þeklinde yorumlanabilir.
Ökten’in kitabýnda vurgu yapýlan en önemli ikinci rüya, yine Yahya Kemal’in ölümünden bir yýl önce (1957) Hürriyet Gazetesi’nde yayýnlanan (Ayvazoðlu, 2008: 435) “Mercidabýk” þiiri dolayýsýyladýr. Bu þiirde, Yavuz Sultan Selim’in yaptýðý savaþlardan biri olan “Mercidabýk” seferi anlatýlýr. Ökten’in Hoca Sadeddin Efendi’nin Selimnâme’sinden iktibasen anlattýðý bu rüyanýn merkezinde, Hazret-i Peygamber’in vazifelendirdiði dört halife vardýr ve bu rüyada verilmek istenen mesaj da ilk rüya ile hemen hemen aynýdýr. Burada dikkat edilmesi/gözden kaçýrýlmamasý gereken bir baþka husus, Hoca Sadeddin Efendi’nin Hasan Can’ýn oðlu, Hasan Can’ýn da Yavuz Sultan Selim’in son nefesini verene kadar yanýndan ayrýlmayan sâdýk musahibi olmasý gerçeðidir. Bu rüyada kapý aðasý Hasan Aða aracýlýðýyla Yavuz Sultan Selim’e Mýsýr seferi tevcih edilir. Aþaðýya iktibas edilecek bu rüyanýn özü; Yavuz Sultan Selim’in Hasan Can’a hitaben söylediði; “Biz sana dimez miyüz ki biz hiçbir tarafa memur olmaksýzýn gitmeyüz.” þeklindeki cümlesidir. Bu cümle ilk rüyanýn özünü de ihata etmesi bakýmýndan ayrýca mühimdir:
Peder merhum söylerdi ki padiþah Selim Han geceleri az uyur, ekser kitap mütalaa eder, bazan da ahvâl-i âlemden bahis açardý. Bir gece uyuyakalmýþým, hizmetlerine gidemedim, sabah namazýndan sonra gittiðimde dün gece niye gelmediðimi sual ettiler. Uyuyakaldýðýmý söyleyince o halde ne rüya gördüðümü ýsrarla sordular. Bir rüya görmediðimi te’kiden söyleyince ‘Acaib’ buyurdular. Sonra beni bir iþ için kapý aðasý Hasan Aða’nýn yanýna yolladýlar, kapýya vardýðýmda Hasan Aða’yý diðer birkaç aða ile hasbýhal ederken buldum. Kendisi mütefekkir, mütehayyir, baþý önde ve gözü yaþlý ve diðer aðalar da hayret ve tereddüt içinde idiler. Halde bir fevkaladelik olduðunu hissederek ne hadise cereyan ettiðini sorduðumda aðalar önce bana açýlmadýlar. Lakin hal ü keyfiyeti anlamak hususunda ýsrarým üzerine Hasan Aða dün gece bir rüya gördüðünü, bu mananýn tesiri ile heyecan içinde olduðunu söyledi. Selim Han’ýn fakirden bir rüya sorduðunu beyan ederek hemen gördüðü rüyayý bana anlatmasýný istedim. Hasan Aða gördüðü rüyayý þöyle tafsil etti: Bir nice gördüm ki bu eþiðinde oturduðumuz kapýyý acele ve þitâb ile dakk ettiler. Ýleri vardýðýmda gördüm ki kapý bir cüz’ice açýlmýþ, taþrasý Arap simasýnda nûrânî eþhas ile memlû, elleri bayraklý, müsellah ve mükemmel olup dururlar. Ve kapý dibinde dört nûrânî kimesne durur ki ellerinde birer sancak vardýr. Dakk-ý bâb edenin elinde padiþahýn ak sancaðý vardý ve bana eydür ki ‘Bilür misün neye gelmiþüz?’ Ben dahi ‘Buyrun’ direm, didi ki ‘Bu gördüðün eþhas Ashab-ý Rasulullah’dýr, salavatullahi aleyhi ve selamihi. Bizi Hazret-i Rasulullah gönderip Selim Han’a selam itti. Ve buyurdu ki ‘Kalkup gelsin ki Haremeyn hidmeti ana buyurýldý.’ Ve bu dört kimesne ki görürsin, bu Sýddýyk-ý A’zam ve bu Ömerü’l-Fâruk ve bu Osman-ý Zinnûreyn’dir. Ben ki senin ile tekellüm eylerem Ali ibni Ebû Tâlib’üm. Var selim Han’a söyle.’
Hasan Aða hem rüyayý söyler hem aðlar hem de ‘Benim gibi bir günâhkârýn ne rüyasý olur ki padiþah huzurunda nakle layýk olsun?’ diye hayâ ve edep içinde söylenirdi. Verilen iþi görüp hemen huzura avdet ettiðimde Sultan Selim hâlâ sual ettiði rüya ile meþgul idi, bana ‘Sabaha kadar uyuyup da rüya görmemene taaccüp olunur.’ buyurdular. Bunun üzerine ‘Padiþahým, rüyayý bu Hasan kulunuz görmedi ise de baþka Hasan kulunuz görmüþ, emriniz olursa arz edeyim.’ dedim. Ve emirleri üzerine rüyayý tafsilatý ile anlattým. Mübarek gözlerinden yaþ geldi ve Hasan Aða’yý takdirle yâd ettikten sonra fakire þunlarý söyledi. ‘Biz sana dimez miyüz ki biz hiçbir tarafa memur olmaksýzýn gitmeyüz. Ecdadýmýz velâyetten behremend idi, hemân biz onlara benzemedük.’ Diðer bir rivayette ise padiþah o gece gördüðü bir rüyada kendisine Hasan isimli bir kimse vasýtasý ile emr-i peygamberî eriþtirileceði müjdesi alýr. Ertesi sabah Hasan Can’a ýsrarla rüya sormasýnýn sebebi budur. Hasan Aða’nýn rüyasýný Hasan Can’dan naklen dinleyip emr-i peygamberî’yi tebellüð ettikten sonra da ecdadýnýn evliya makamýnda olduðunu beyan ederek ‘Onlara emr-i peygamberî teblið olunurdu, veyl bana ki bu makama ancak vasýta ile nail olabiliyorum.’ demiþ ve hamd ve istiðfar hissiyatý içinde giryân olmuþtur.” (Ökten, 2008: 128-130).
b.) Þehadet
Þehadet peygamberlikten sonra manevî anlamda en kutsal rütbelerden biridir. Anne-babalar çocuklarýnýn þehit olmasýný can ü gönülden arzulamakta ve bunun için Allah’a yalvarmaktadýrlar. Annesi Nakiye Haným evlerinde misafirlerin de bulunduðu bir gün Yahya Kemal’i (ki o zaman küçük bir çocuktur) öper ve “inþallah þehîd olur” diyerek aðlar. (Banarlý, 1997: 26) Ökten’in kitabýn merkezine yerleþtirdiði dinî/millî kavramlardan biri olan þehadetin çerçevesi ayet ve hadislerden hareketle þöyle çizilir:
“… eski medeniyetimizde visâle ermek için birçok yol tarif ve tatbik edilmekle beraber, bunlarýn bir tanesi çok zor olmasýnýn ve büyük fedakârlýk gerektirmesinin yanýnda en kýsa olanýdýr. Bu yol þehadettir. Dinde ve örfde ‘þehadet’ tabiri, Allah yolunda yapýlan bir muharebe esnasýnda veya âsiler ve yol kesenler ile çarpýþma sýrasýnda ölen Müslümanlar hakkýnda kullanýlýr. Bu hüküm Osmanlý medeniyetinin dayandýðý temel kaynak olan Kitab’da þu ilahî beyanlar ile teblið buyrulmuþtur: “Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz bilin ki Allah’ýn maðfiret ve rahmeti onlarýn topladýklarý maldan daha hayýrlýdýr” (3,157). “Allah yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyiniz, belki onlar sað olup Rableri yanýnda rýzýklanmýþlardýr.” (3, 169). “Allah’ýn yolunda öldürülenlerin amellerini Allah zayi etmez, onlarý hidayete ulaþtýrýr ve hallerini düzeltir ve onlarý evvelce kendilerine tarif ettiði cennetlere idhal eder” (5,7). Bu ilahî tebþîratýn yanýnda Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem de hadîslerinde þehitleri âli makamlar ve pek güzel akýbetlerle müjdelemiþtir. Nebî-yi Zîþan’ýn bu beyanlarýna göre Allah yolunda savaþta ölmek suretiyle imanýný isbat eden þehid, dünya hayatýný fedâ etmekle kabirde sorgu meleklerinin sualinden kurtulur.” (Ökten, 2008: 437-438).
Daha sonra þehitler için öbür âlemde vaat edilen nimet ve makamlara deðinen Ökten, bu kutlu insanlarýn orada iskân edilecekleri yerin adýnýn Dârü’þ-Þühedâ’da olduðunu vurgular. Burasý Allah’ýn tahtýna en yakýn makamdýr. Dolayýsýyla, “hem âyetlerde hem de hadîslerde böyle tarif edilen þehadet mertebesi, bu beyanlara tam bir iman ile inanmýþ olan Osmanlý insanýný çok etkilemiþ ve bu mertebeye eriþmek, hayatýn ulvî bir gayesi olarak görülmüþtür.” (Ökten, 2008: 439).
c.) Tekbir
Tekbir deðiþik ibadetlerde kullanýlmasýnýn yaný sýra Ýslam dininin sembol kavramlarýndan biridir. Allah’ý ululamak ve onun yüceliðini tasdik anlamýna gelen bu “Allahüekber” lafzý tevhîd inancýný imler. Ökten önce bu kavramýn tarihsel kökenine iner:
“Tekbîr lafzý Hazret-i Ýbrahim’in Cenâb-ý Ýsmail’i kurban etmeye teþebbüs etmesi sýrasýnda zuhur eder. Hazret-i Ýbrahim’in oðlunu Allah için kurban etmesi hususundaki emr-i Ýlahî’ye inkýyadý Cenâb-ý Ýsmail’in bu emre tereddütsüz teslimiyeti ind-i Ýlahî’de bir koç kurban ile mükâfatlandýrýlýr. Bu koç kurbaný getiren Cebrail Aleyhisselam ile Hazret-i Ýbrahim ve Cenâb-ý Ýsmail arasýnda Hak Teâla Azze ve Celle’yi tekbîr ve tahmid eden bir mükâleme cereyan eder ki tekbîr’in lafzýný bu sözler meydana getirmiþtir” (Ökten, 2008: 30).
Ökten daha sonra Türk milletinin tekbire yüklediði anlama geçer. Itrî’nin segâh bestesi bu kutsal ibareye musikiden bir elbise giydirmiþ ve onu daha güzel hale getirmiþtir:
“Ve sonra ecdadýn devri gelir; ecdad bu mübarek lafzý musikînin semavi naðmeleri ile terennüm etmeye baþlar. Kadîm medeniyetimizde tekbîr’in lafzý, Itrî’nin segâh bestesi ile birlikte özümüzdeki hissettiðimiz, oraya nakþettiðimiz bir bütündür. Tekbîr dendiði zaman mutlaka segâh makamýnýn tab’ýnda var olan vakur ve muktedir, ayný zamanda mütevekkil ve mahzun ruh ahvalini aksettiren Itrî bestesi terennüm edilir. Tekbîr’in ortaya çýkýþýna sebep olan kutlu hadise ile segâh makamýndaki bestesi arasýndaki muhteþem ahenk Osmanlý zevk-i selîminin bir baþka zirvesidir. Ýslam medeniyetinin ilk bakýþta çok basit ve muhtasar gibi görünen bu muhteþem tecellisi kadîm musikîmizin büyük dehasý Itrî’ye nasip olmuþtur.” (Ökten, 2008: s. 30-31).
d.) Nefer
Yahya Kemal’in þiirlerinde öne çýkardýðý, bugünün kültür atmosferinde çok dar anlama sýkýþan ama geçmiþte önemli bir kültürel ve psikolojik arka plana sahip olan kavramlardan biri “nefer”dir. “Süleymaniye’de Bayram Sabahý”nda; “Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarý” mýsraýný “nefer” kelimesinin millî kodlarýný çözmeden anlamak hemen hemen imkânsýzdýr:
“Bu zafer mabedinin mimarý bir neferdir, onu bir nefer inþa etmiþtir. Bu nefer bütün milletimizi varlýðýnda remzetmektedir; gaziyan, ahiyan, abdalan ve baciyan bu neferin þahsýnda mündemiçtir. Bu nefer içimizden biridir ki bütün varlýðý ile kendi gök kubbemize aittir, kendi gök kubbemizi o kurmuþtur, o kubbenin altýnda yaþar ve onu yaþatýr. Bu nefer maddî ve manevî manada bir büyük zaferin sahibidir, imaný ile zulmete galiptir, celadet ve þecaati ile karanlýk arzlarý aydýnlýða açmýþtýr, oralara emn ü eman götürmüþtür. Gönlü safiyet kesbetmiþ ve her türlü süflî emel ve nakîsadan ve bilinmezliðe talip bir âdem olmuþtur. Biri maddî diðeri manevi sahada kazanýlan bu iki büyük cihadýn neticesidir ki bu muhteþem zafer mabediyle yani Süleymaniye ile taltif edilmeye layýk bulunmuþtur.” (Ökten, 2008: s. 27).
Peki bu “nefer” kimdir ve onun temel nitelikleri nelerdir? Ökten buna da cevap verir ve “nefer”in üç temel özelliðini öne çýkarýr: Talepsizlik, rütbesizlik, hasbilik.
“O, hem maddî hem de manevî manada bir nefer esvabý giymiþ, yani rütbeye, mala, câha dair en ufak bir talebi yok. Onu önceleri Horasan’dan Anadolu’ya gönderilen, sonralarý Anadolu’da ve Rumeli’de yani bu topraklarda yetiþen hak erenler besleyip büyütmüþ ve irþad etmiþtir. Bir sabî iken onlarýn helal ve bereketli sofralarýndan nasiplenmiþ, aklý erer hale gelince de hak erenler gönlünü arýtmýþlar, onu insan etmiþlerdir. O artýk ‘ne varlýða sevinir ne de yokluða yerinir’ olmuþ, bir tek O’nun aþký ile avunur bir hale girmiþ, bütün talebi sadece ve sadece O imiþ. Bilinmezliðe ve hiçliðe talip bu âdem, libas ve dünyada zaruri bir ihtiyaç olduðu için, en sade bir kisve ile yani rütbesizliðin ve talepsizliðin remzi olan nefer esvabý ile iktifa eder, bu berzahtan geçince de doðrudan Hakk’a ve Cemal’e yürür.” (Ökten, 2008: s. 33-34).
“Nefer”lerin bazý remizleri vardýr ve hatta Padiþah da bir “nefer”dir:
“Kadîm gelenekte at kuyruðu baðlamak, neferlere mahsus bir davranýþ idi, hakan böyle yaparak bu savaþta kendisinin de bir nefer gibi çarpýþacaðýný ima ediyordu.” (Ökten, 2008: s. 305)
“Osmanlý devlet geleneðine göre tahta çýkan her padiþah, cülûs merasiminde kendisinin de birinci neferi olduðu 61. ortayý ziyaret ederdi. Bu ziyaret sýrasýnda padiþaha kahve ve þerbet ikram olunur, padiþah bu ikramý kabul ettikten sonra boþalan kaplarý altýnla doldurarak iade ederdi. Sonra yeniçerilere ‘inþallah Kýzýlelma’da mülaki oluruz’ diye hitab eder, onlar da bu hitaba ayný sözler ve alkýþlarla mukabelede bulunurlardý.” (Ökten, 2008: s. 369).
e.) Tuð
Sözlükte, “Eskiden hükümdarlara, rütbelerine göre paþalara ve þeyhülislâmlara verilen, ucuna altýn yaldýzlý bir top ve gümüþ bir hilâl geçirilmiþ olan, topun altýndan eski Türkler’de yak denen hayvanýn, Osmanlýlarda ise at kuyruðu kýllarýnýn sarktýðý bir sýrýktan ibâret saltanat, þan ve þöhret alameti.” (Ayverdi, 2011: 1268) olarak tavsif edilen “tuð” kavramý Ökten’de tarihsel gerçeklerden ve somut örneklerden hareketle biraz daha görünür kýlýnýr:
“… Halk tuðlarýn manasýný çok iyi bilirdi, tuðlarýn istiklal remzi olduðunu, üzerlerindeki ay ve güneþin uhrevi ve dünyevi hâkimiyeti ifade ettiðini maziden getirdikleri terbiye ve an’ane icabý zihinlerine ve gönüllerine nakþetmiþlerdi…
Ýdarecilerin muhtariyeti veya kýsmî istiklâli, görev ve yetkisinin geniþliðine göre, ona verilen tuðlarýn adedi ile temsil edilirdi. Tuð-ý Þahî denilen padiþah tuðlarý dokuz adet idi, bundan sonra gelen sadrazam tuðlarý beþ tane olurdu…
Böyle bir yapýyý ve geleneði ifade eden tuðlar eðer Üsküdar sahrasýna dikilmiþlerse sefer Anadolu üzerinden þarka, Davutpaþa sahrasýna dikilmiþlerse Rumeli üzerinden garba doðru olacak manasýna gelirdi. Sefere çýkýldýðýnda her menzilde önce tuðlar dikilir ve otað-ý hümayun kurulurdu, bunun manasý o mahalde daha padiþah gelmeden Devlet-i Aliyye’nin hükümranlýk haklarýný ve halka verdiði emn ü eman ahdini bir kere daha teyid etmek ve varsa unutanlara hatýrlatmak olarak yorumlanabilir.” (Ökten, 2008: s. 93).
“Tuðlar” metaforik olarak emniyet ve refahý temsil etmekle birlikte devletle halk arasýndaki muhabbetin de sembolüdürler:
“Tuðlar þimdi bu bölgede de emn ü emaný ifade ve temsil etmektedir, onlarýn dalgalandýðý her yerde emniyet ve refah mevcuttur…
Ahali tuðlarý her gördüðünde kendi huzur ve saadetini, hür ve emniyet altýndaki hayatýný bir kez daha idrak etmekte ve bunlarý temin eden devlete artan bir muhabbetle gönülden baðlanmakta idi.” (Ökten, 2008: s. 122).
f.) Arþ
“Arþ” kelimesi Ökten’in deðerlendirmelerinde kadîm medeniyetin anahtar kavramlarýndan biri olarak öne çýkar. Ökten bu kavramý dinî referanslardan hareketle çözümler. Nitekim “Yerden yedi arþa kanatlandýk o hýzla” mýsraýný bu bilgilere vakýf olmadan çözümlemek kolay deðildir:
“ ‘Arþ’ kavramýnýn þümûlü ve muhtevasý eskiler tarafýndan bu medeniyetin istinad ettiði temel kaynaklara yani Kur’an ve hadîslere göre belirlenmiþ, yine buradan yola çýkýlarak arþ, tasavvufî manada da yorumlanmýþtýr. Þimdi bu bilgileri hulâsa etmeye çalýþalým. Arþ, kaynaklarda Ýlâhî hükümdarlýk ve taht manasýna geliyor, yüksek bir yer ve âli bir makam, hükümranlýk þaný ve kudreti ile þereflenmiþ bir yer demektir. Onu melekler taþýmaktadýrlar ve etrafýnda Cenâb-ý Allah’ýn esmâ-i hüsnâsýný tesbih ile O’nun yüce þanýný tekrîm ederler. Nurdan halkolunan arþýn sütunlarý üzerinde kelime-i tevhîd yazýlmýþ, sað yanýnda ise Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem’in mübarek makamlarý olan Makam-ý Mahmud yer almýþtýr. Arþ yedi kat göðün fevkinde ‘Adn’ veya ‘Firdevs’ cennetinin üzerinde bir kubbedir ki Ýlâhî emirler önce arþ ehline teblið olunur ve oradan diðer makamlara iletilir. Ýþte þühedânýn ruhlarý bu makam ile mükâfatlandýrýlmýþtýr, bu ruhlar arþýn, bu muhteþem ve mübarek kubbenin altýnda Ruh-i Resulullah’a komþu olarak istirahat ettirilmektedirler.” (Ökten, 2008: s. 408).
“Arþ” bahsinde giriþ olarak düþünülebilecek yukarýdaki ifadeler arþ-gönül birlikteliðinden hareketle ve “þehitlik” kavramýnýn önemini fark ettirecek þekilde þöyle geniþletilir:
“Arþýn manevi anlamý ise Cenâb-i Hakkýn emsalsiz, deðiþmez ve ebedî mülk ve saltanat sahibi olduðudur. Bizim eski medeniyetimizin inancýna göre þühedâ bu mülk ve saltanat içre ikrâm olunmaktadýr, buradan da itikadýmýzýn onlara verdiði deðer ve gösterdiði ihtiram çok vâzýh bir þekilde ortaya çýkmaktadýr. Bu konudaki tasavvufî izah ise Cenâb-ý Allah’ýn Arþa istiva ettiði ilahî beyanýndan yola çýkar. Bu beyan ile murad edilen husus O’nun bütün esmâ-i hüsnâsý ve sýfatlarý ile Arþ’ta tecelli etmesidir. Yine beyan buyurulduðuna göre kâmil bir müminin kalbi bütün yerler ve göklerden daha geniþtir, bu âlemde fezâlara sýðmayan Cenâb-ý Zülcelâl o kalbe tenezzül eder, esmâsý ve sýfatlarý ile orada tecelli eder. O zaman o kalp Allah’ýn arþý, gönül Çalab’ýn tahtý, kýsacasý kâmil müminin varlýðý bütün esmânýn mazharý olur. Þu halde ervâh-ý þühedâya sadece yedi kat göðün üzerinde yer alan Arþ’da ikram edilmemekte, o mübarek ruhlar ayný zamanda Allah dostlarýnýn gönüllerinde de misafir edilmektedirler.” (Ökten, 2008: s. 409).
Ökten, modern astronomiyi de göz önünde bulundurarak “arþ” kavramýný irdeler ve geçmiþteki yaklaþýmlarý doðrulayan sözlerle bu bahiste bir sonuca ulaþmaya çalýþýr:
“Bu açýklamalardan anlaþýldýðý kadarý ile arþýn maddî bir varlýðý da söz konusudur. Zamanýmýzýn insaný bunu kabul etmekte oldukça zorlanabilir. Modern astronomi ne söyler bilemem, ancak bildiðim bir husus vardýr ki o da þudur. Bizim kuþaklar astronomi okurken uzay sonsuzdur bilgisi ile donatýlmýþlardý, bunun bilimsel bir bilgi deðil bir varsayým olduðunun farkýnda bile deðildik. Ayrýca bilimsel bilginin de mutlak bir bilgi olduðunu zannederdik, bizleri böyle eðitmiþlerdi. Aradan uzun yýllar geçti, gözlem âletleri geliþtirildi ve uzayýn bir sonu olduðu kabul edilmek zorunda kalýndý, kara deliklerden ise yenilerinin doðduðu tespit edildi.” (Ökten, 2008: s. 408-409).
g.) Evlâd-ý Fatihan
Bilindiði üzere, “Rumeli fethinde bulunanlarýn kendilerine birçok hak ve muâfiyet tanýnmýþ nesilleri”ne “Evlâd-ý Fatihan” denir. (Ayverdi, 2011: 361) Ökten, bu kavramýn tarihsel geçmiþini “eþkinci” bahsini de göz önünde bulundurarak þöyle açar.
“16. yüzyýldan itibaren Osmanlý Devleti’nin Avrupa kýtasýndaki büyük Türkmen gruplarýna ‘Evlâd-ý Fâtihân’ adý verilmiþ ve bunlar sayýmlarý yapýlarak ve özellikleri tespit edilerek kayýt altýna alýnmýþtýr. Kýsacasý Evlâd-ý Fâtihân Rumeli’de yerleþtirilen ve belli bir teþkilata baðlý olan Türkmen gruplarýna verilen isimdir. (s. 474)
Bu Türkmen gruplarý Fatih zamanýndan beri ‘Eþkinci’ adý ile tertip edilmiþ ayrý bir askerî sýnýf olarak seferlere katýlmaktaydý…
Kanunî zamanýnda çýkarýlan bir ferman ile Evlâd-ý Fâtihân’a iyice tarif edilmiþ hukukî bir statü verilmiþ, askerî ve malî mükellefiyetler yüklenmiþtir. Ancak 17. yüzyýlýn sonunda batý cephesinde cereyan eden ve bir türlü zafere ulaþamayan sürekli muharebelerin getirdiði külfet, devletin bu arzlardaki týmar sistemini temelinden sarsmýþtýr.” (s. 475)
“Evlâd-ý Fâtihân teþkilatý ve bunun askerî sahadaki izdüþümü olan eþkinci ocaðý tamamen Osmanlý’ya ait özgün birer uygulama olduklarý halde bu tâbi oluþun bir neticesi olarak hayat sahnesinden çekilirler.” (Ökten, 2008: s. 476).
h.) Gül
Türk edebiyatýnda “gül”, hem maddî varlýðý hem de etrafýnda geliþtirilen düþünce ve hayal dünyasýyla diðer çiçeklerden bir adým öne çýkar. Divan edebiyatýnda sevgilinin (Hz. Muhammed’in) remzi olan bu çiçek (kýrmýzý gül) Ökten’in kitabýnda kendisine geniþçe yer bulmuþtur:
“Gül, genel olarak eski deðerler dünyamýzda çiçeklerin þahý olmak hasebi ile mâþukun remzidir. Özellikle kýrmýzý gül, rengi ile mâþuka duyulan hasret ve ona olan hicrândaki yakýcý hissiyatý çok iyi temsil ettiði için bir baþka deðer taþýr. Peki, mâþuk kimdir? Her insanýn bir mâþuku vardýr þüphesiz, yani aþk ü muhabbet ile baðlandýðý bir kimse. Osmanlý efkârý için asýrlar boyu gelen nesillerce maþerî bir muhabbet ve ihtiram ile baðlanýlan tek bir mâþuk vardý: Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz. Ecdâd-ý izam hazerâtý o Peygamber-i âli-kadr’e derin bir muhabbet ve bütün varlýðýný saran bir hürmetle baðlanmýþtý. Bu sebeble eski edebiyatýmýzda gül, husûsen kýrmýzý gül Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem’in mübarek remizleridir. Eski insanýmýz bu kudsî remizden yola çýkarak gül kokladýðýnda, gül suyu veya gül yaðý kullandýðýnda Efendimizi yâd eder ve O’na salât ü selâm getirir, gül ile olan her ülfeti onda Peygamber-i Zîþan ile muaþeret etmiþ hissiyatý uyandýrýrdý. Onun evsafýnýn beyan edildiði hilyeler bazý kereler gül þeklinde yapýlýrdý. Güle verilen deðer, gösterilen muhabbet ve ihtiram açýsýndan bakýldýðýnda, ‘cennette açan gülleri görmek ve o kýzýl hatýrayý tekrar yaþamak’ bir remiz olarak her halde bu mübarek makamda rüyet-i peygamberî ile mükafatlandýrýlmak, dolayýsý ile iltifat-ý peygamberî ile müþerref olmaktan baþka bir þey deðildir.” (Ökten, 2008: s. 410-411).
Gülün açýlmamýþ hali olan gonca sembolik olarak birçok anlama gelir ki bunlarýn ilk akla gelenleri “halvet”, “vahdet” ve “mahzen-i esrâr”dýr:
“Gonca, gülün açýlmamýþ halidir, koku ve renk goncanýn derûnunda gizlidir ama ârif bir gönül içerdeki esrâra âþinadýr, onu zâhirde kalanlar göremez. Gonca ilahî güzellikle halvet halindedir, vahdeti temsil eder, bu hale sadece ehil olanlar vâkýf olur. Mahzen-i esrâr tâbir edilen gonca, kendisine emanet edilenleri zâhir ehlinden muhafaza eder. Ancak bahar mevsiminde gonca için esrârý faþ eyleme veya lütuf vakti gelmiþtir, açýlarak güle inkýlâb eder, kokusu ve rengi ile hiçbir ayrým yapmaksýzýn herkese ikramda bulunur.” (Ökten, 2008: s. 411).
Divan edebiyatýnda “gül” kelimesinin geçtiði hemen her yerde mutlaka bir þekilde “bülbül” kelimesi de bulunur. Biri sevilenleri (maþuk) diðeri sevenleri (âþýk)larý sembolize eden bu iki unsurun arkasýnda dinî ve menkýbevî bir anlam dünyasý vardýr. Bunlardan biri Hz. Ýbrahim ile Nemrut arasýnda geçmektedir:
“Cenâb-ý Ýbrahim, Allah Azimü’þ-þan’a iman ettiði için Nemrud bu muazzez Peygambere ateþ ile azab etmek ister. Bir ateþ yaktýrýr ve o zat-ý âliþan’ý bir mancýnýk vasýtasý ile ateþe attýrýr. Tam o sýrada Cibrîl-i Emîn zuhûr eder ve Cenâb-ý Ýbrahim’e ‘Beni âlemlerin Rabbi gönderdi, benden bir muradýn var mý? diye soruyor.’ diyerek ilahî beyaný teblið eder. Hazret-i Ýbrahim’in cevabý çok sade ve sakindir, ‘O’nun benim halimi bilmesi beni senden bir þey istemekten men eder.’ Ve ateþ bir anda soður ve selamet bahçesi, bir gülþen olur. Cenâb-ý Ýbrahim’in mutlak teslimiyeti ateþin gülþene çevirilmesine sebep olmuþtur. Bu hadisenin sadece o devirde olup bittiði zannedilmesin, teslimiyet her devirde ateþi gülþene tebdil eder, bu yeni tecelliler Ýbrahim Aleyhisselam’ýn kýssasýnýn misli olamazsa da her halde misali mesabesindedir.” (Ökten, 2008: s. 412).
Bu bahisle ilgili bir baþka örnek, ve belki de en trajik örnek, Hz. Ali ile Hz. Selman arasýnda geçer:
“Hicrî 40 (661) senesinin ramazanýnýn sonuna doðru Kûfe’de Halife-i Müslimîn Hazret-i Ali Radiyallahu-anh sabah namazý vakti bir haricî tarafýndan zehirli hançerle yaralanmýþtýr. Hadiseden itibaren iki gün geçmiþ Cenâb-ý Ali’nin durumu daha da aðýrlaþmýþtýr. Hizmetinde bulunan gönüldaþý kutlu sahabî Hazret-i Selman’dan bir istekte bulunur, ondan bir demet gül getirmesini ister. Hazret-i Selman gülleri getirdiðinde Cenâb-ý Ali onlarý derin derin koklar, bu güllerden biraz sonra kavuþacaðý Peygamber-i Ekber’in kokusunu almýþ, onunla gerçekleþecek o mübarek beraberliðin müjdesi ile müjdelenmiþtir. Ve sonra muhteþem bir huzur içinde gerçek âleme intikal eder…” (Ökten, 2008: s. 412).
III. SONUÇ
Saadettin Ökten’in bu kitabýnda yukarýdaki kavramlarla birlikte kadîm kültüre ait “lâle”, “fetih”, “akýncýlar”, “okçular”, “Kýzýlelma”, “akýl, gönül ve aþk ehli”, “ashab-ý hall ü akd”, “musikî”, “nehirler ve denizler”, “daðlar ve ovalar”, “tarihî þahsiyetler”, “mabetler” gibi daha birçok bahis derinlemesine iþlenmekte ve örneklenmektedir. Modern unsurlarla birlikte kadim gelenek unsurlarýna da þiirlerinde geniþçe yer veren Yahya Kemal’in metinlerini hem doðru anlamak hem de medeniyet unsurlarýný tarihî gerçekliklerine münasip þekilde yorumlamak için bütün bu kavramlarý bilmek hatta iyice özümsemek temel bir zorunluluktur. Ökten bu bahiste yazdýðý bu kitapla Yahya Kemal’in anlam, kavram ve hayal dünyasýna giden yolu biraz daha geniþletmiþtir, denilebilir. Bu kitabýn devamý olarak görülebilecek Yahya Kemal’in Ýstanbul’u ve Devamý (Ökten, 2012: 1-253) adlý kitap onun Yahya Kemal’i tanýma ve tanýtma çabalarýnýn ciddî bir birikime ve bilince dayandýðýný göstermesi bakýmýndan deðerlidir.
Yazýyý, Ökten’in Yahya Kemal’den hareketle yaptýðý ufuk açýcý bir analoji ile bitirmekte yarar var.
“Taþý böyle yumuþatan, güzelleþtiren onu insanî boyutlar ile bezeyen olgu ecdadýn manadan maddeye geçirdiði özdür. Bu öz, yine ecdadýn dilinden þöyle ifade buyurulmuþtur:
‘Þakirtleri taþ yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Çalabýn adýn anarlar
Ol taþýn her paresinde’ (Hacý Bayram Veli)
Bu öz, ocaktan çýkarýlan yapý taþý ile ayný tabii bir taþ olan mücevher arasýnda medeniyetini kuran deðerler noktasýnda hiçbir fark gözetmez, cevahirin baþtan çýkarýcý parýltýsý onu hiç mi hiç etkilemez. Onun için Þâh’ýn gönderdiði bir sandýk cevahiri minarenin inþa harcýna katar ve orada kullanýr. Ve madde karþýsýnda bu istiðnasýndan dolayý öyle bir güce eriþtirilir ki maddeye hükmeder, taþa ruhundan ruh verebilir, öyle katý ve soðuk bir malzemeyi böyle diri ve canlý kýlar.” (Ökten, 2008: s. 29).
Kaynakça
Ayvazoðlu, Beþir (2008). Eve Dönen Adam Ansiklopedik Biyografi, Ýstanbul: Kapý Yayýnlarý.
Banarlý, Nihat Sami (1997). Yahya Kemal’in Hatýralarý. Ýstanbul: Ýstanbul Fetih Cemiyeti Yayýnlarý.
(Beyatlý), Yahya Kemal (2008). Kendi Gök Kubbemiz. Ýstanbul: Ýstanbul Fetih Cemiyeti Yayýnlarý.
Eralp, H. Vehbi (1959). Yahya Kemal Ýçin. Ýstanbul: Doðan Kardeþ Yayýnlarý.
Ökten, Sadettin (2008). Yahya Kemal’in Rüzgârýyla Düþünceler ve Duyuþlar. Ýstanbul: Ötüken Yayýnlarý.
Ökten, Sadettin (2012). Yahya Kemal’in Ýstanbul’u ve Devamý. Ýstanbul: Ötüken Yayýnlarý.
Ayverdi, Ýlhan (2011). Kubbealtý Lugatý Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Ýstanbul: Kubbealtý Yayýnlarý.
Naneci, Nurhan-Dalgýç, Gülsen (Ed) 2008. Yahya Kemal Beyatlý Bibliyografyasý. Ankara: Milli Kütüphane Baþkanlýðý Yayýnlarý.
Not: Bu yazý; “Muharrem Dayanç, “Yahya Kemal Çalýþmalarýný Tasnif Denemesi ve Bir Örnek”, Prof. Dr. Hidayet Kemal Bayatlý Hatýra Kitabý, 2019, s.389-399.” künyeli çalýþmada yayýmlanmýþtýr.
Muharrem Dayanc hakkýndaki diðer yazýlar Gsterim: 1347 | E-posta
|