TUVALDE AKIÞAN SULAR
Muharrem Dayanç
Ahmet Yakupoðlu’nu ziyaretten mülhem
M. Ali Kalkan ve Selahattin Turan’a ithafen
Duvardaki bir resmi eliyle iþaret etti.
Yataðýnýn üzerine oturmuþ, elleri dizlerinde, soluk benizli, ak sakallý, sarýklý, gözlerinin feri sönmüþ yaþlý bir adam. Üzerinde entariye benzer bir elbise var, ama bu giysinin entari olup olmadýðý çok da belli deðil. Göründüðü kadarýyla “eski bir din adamý” portresiyle karþý karþýyayýz.
-Yanýna gittiðimde yataðýnda acýdan kavranýyordu. Gördüðüm manzara beni sarstý. Portresini yapmak istediðimi söyledim. Beni kýrmadý ve teklifimi kabul etti. Bu, en az üç saat demekti. Yataðýnýn üzerine oturmasýný rica ettim. Giyindi ve yataðýnýn üzerine oturdu. Elleri dizlerinde tam üç saat gözlerini dahi kýrpmadan bana baktý. Çalýþmam esnasýnda acý çeken insandan eser yoktu. Resim bitince tekrar pijamalarýný giydi, yattý ve yine kývranmaya baþladý.
Ýnanýlacak gibi deðildi. Þaþýrmýþtým. Ýnleyen bir insan üç saat acýlarýný nasýl bastýrýrdý? Hiçbir þeyi yokmuþ gibi kýpýrdamadan nasýl otururdu? Merakým anlaþýlmýþ olacak ki;
-Evlat, dedi, bunlar bin bir gün çile çekmiþler. Hem acýsýný bastýramayan nefsini nasýl bastýrýr?
Öylece kalakaldým. “Acýnýn sesini kýsmak.” dedim içimden veya “Acýya hükmetmek.”
…
Bir kültür ve sanat ziyafetine muhatap olduðumu hemen anlamýþtým.
Yüzlerce resim arasýnda kaybolmuþtum. Fakat bunlar, öyle neyin resmedildiði tam olarak anlaþýlamayan veya sadece konunun uzmanlarýna hitap eden soyut resimler deðil, genelde somut manzara resimleriydi. Dikkatimi çeken ilk renk yeþildi bu resimlerde. Bu ana rengin öncülüðünde hayat bulan yeþilliklerin/tabiat tasvirlerinin mutlaka bir þekilde maviyle yani suyla irtibatlarý vardý. Aðaçlar, çiçekler, akarsular, deniz kýyýlarý... Tarihi mekânlar, köprüler, minareler, kayýklar... Yýkýlmýþ kümbetler, camiler, hanlar, evler... Sokaklar, mesire yerleri. Portreler, kitap okuyan bir genç kadýn mesela... Gözüme çarpan resimler içinde hafýzamda yer edenlerden bir kýsmýydý sadece.
…
Dalmýþtým. Geçmiþi günümüze, hatta günümüzü geleceðe taþýmanýn tek aracýnýn sanat olduðunu biliyordum, ama bu bilme burada kuru bir tecrübe olmaktan çýkmýþ canlanmýþ, ete kemiðe bürünmüþtü. Dereler, ýrmaklar, denizler, çýnarlar üzerime doðru geliyorlardý. Bir an Yahya Kemal’i gördüm karþýmda. “Resme aksettirebilseydin eðer, ömrünce / Ebedî cedleri karþýnda görürdün canlý, derken bunu kastetmiþtim.” der gibi bakýyordu yüzüme. “Resimsizlikten neler çektik, geçmiþi, geçmiþte yaþamýþ büyük simalarý bugün zihnimizde canlandýramayýþýmýz ne büyük bir noksan.” der gibiydi...
…
Beþ kiþiydik. Yaz sonuydu yanýna gittiðimizde, ama soba yanýyordu. Evin üst katýnda oturuyordu. Zemine ayak uydurmuþtu ev. Alt kattan girmemize raðmen üst kattan yine topraða basarak çýkmýþtýk evden. Hafif meyilli araziye çok güzel oturtulmuþtu bu küçük konak. Yeþilin her tonu çevirmiþti etrafýný. Bu yeþili bir yerlerden tam hatýrlayacaktým ki yine resimlerdeki yeþile kaydý gözüm. Evet, ayný yeþildi bunlar. “Burada resimler konuþuyor artýk.” dedi, elinden gelenin en iyisini, en güzelini yapmýþ olmanýn huzuruyla. (Burada resimdeki/sanattaki yol göstericileri Süheyl Ünver ve Feyhaman Duran’ý saygýyla-rahmetle anýyoruz.)
…
Sevimli yuvarlak bir kafa ve bu kafanýn içine yerleþtirilmiþ iki aydýnlýk göz. Kalkýk küçük bir burun ve altýnda ince bir býyýk. Hafif kambur bir sýrt ve üzerinde bir eþofman. Hiç de seksen yaþýnda göstermiyordu. “Bizim nüfus cüzdanýmýz eskidi.” derken muzipçe bir gülüþle geçen zamandan intikamýný alýr gibiydi. “Önce bu davetsiz misafirler de nereden çýktý.” der gibiydi gözleri. Kim bilir, bitmek üzere olan hangi resmiyle arasýna girmiþtik. Tuncayla yaptýðý musiki sohbetinden sonra alýþmaya baþlamýþtý bize. Sonrasýnda su gibi geçmiþti zaman. Gitmek için ayaða kalktýðýmýzda “Biraz daha kalýn.” diyecek oldu. Resimlerin hikâyelerine geçti kýsa bir sessizlikten sonra. Komþu ilden gelen bir belediye baþkanýnýn kendisinden resimlerini istediðini, Ankara yolunda yaptýracaðý bir sanat galerisinde bunlarý sergileme arzusunda olduðunu anlattý mutlu bir ses tonuyla. Gözlerinin içi parlýyordu bir kere daha. Sevindirmiþti bu teklif onu. (Tabii ki sonrasý fiyasko…)
Bir süre daha sustu, “Bana Ankara’nýn verdiði tek þey bir sýfat oldu.” dedi ve ekledi: “Su ressamý!”
…
Su hayatýmýz bizim. Deniziyle, ýrmaðýyla, deresiyle, yaðmuruyla, bulutuyla. Susuz yaþanabilir mi? Ama unuttuðumuz bir þey var, o da bizim olduðu kadar diðer canlýlarýn da suya olan ihtiyacý. Toprak, aðaç, çiçek, böcek, kuþ, kurt yani tabiattaki her þey ona muhtaç. Eskiden sular pýnarlardan doðar, sonra uzun bir yolculuða çýkar, geçtiði yerlere hayat verirdi. Yeþerirdi suyun dokunduðu topraklar, þenlenirdi. Çeþit çeþit aðaçlar, çiçekler, kuþlar, hatta insanlar etrafýnda mesken tutarlardý. Doðanýn kaderini belirlerdi, güzelleþtirirdi su. Oysa günümüzde içme suyuna duyulan ihtiyaç yüzünden belediyeler/þirketler, sularý pýnarlarýn baþýndan alarak herkesin ayaðýna, evine kadar getirdiler. Bunu yaparken onlarýn daha önce aktýklarý mecralarý kuruttular. Bu mecralarda toprak, çiçek, böcek, kuþ, insan suya hasret kaldý. Koca koca çýnarlar susuzluktan kurudular. Sadece çýnarlar mý? Kuþlar uçmaz, çiçekler açmaz oldular. Ýnsanlarýn daha önce mesire yeri olarak kullandýklarý yerler çoraklaþtý. Ne güzel anlatýyordu Ahmet baba, suyu çizmiyor yaþýyordu sanki. Su olmuþ yüreðimize doðru akýyordu kelimeler.
…
Modern hayatýn akýþan pýnarlarý kurutmasý onun sanatçý ruhunu yaralamýþtý. Bu kuraklýk sadece tabiatý deðil, onun içini de yakmýþtý. Bencil ve düþüncesiz insanlarýn yaptýklarýný hazmedememenin renkler aracýlýðýyla dile getirilmesiydi bütün resimleri.
“Köyümüzün ýrmaklarýný da su niyetine satmýþtýk.” dedim. Ambalajlanýp Ýsrail’e gidecekti sularýmýz. Bayaðý yatýrým da yapýlmýþtý. Ama sonra ne olduysa iflas ettiði söylendi bu firmanýn. Yok yok aðaçlarýn, kuþlarýn, çiçeklerin âhý tutmuþtur. Ýnsanlar da âh etmiþlerdir belki. Bahçesini, tarlasýný, meyvelerini sulamak zorunda olan çiftçiler de. Bunlara inanýlýr mý caným bu zamanda? Niçin inanýlmasýn. Tabiatýn da ruhu var. Çocuklarý var, süt verdiði, büyüttüðü.
…
Sonra Tuncay elindeki “rebab”ý dillendirdi. Mutlu olmuþtu. Uzun yýllar ney, hem de þah hey üflediðini, ama artýk þah ney üfleyecek neyzenin kalmadýðýný anlattý bize kýsýk sesiyle. Bugünkülerin ney diye üflediklerinin kaval bile olamayacaðýný da ekleyerek. (Ney’de hocasý Halil Dikmen Beyefendidir.) Bir ara Türk müziðinin yasaklanmasý bahsi düþtü tepemize. Sonra konservatuarlarda tekrar okutulmasýnýn hikâyesine geçildi. “Resim ile müzik bu topraklarda hep garip hep garip.” dedim içimden.
Ben Amasya’da resmettiði çýnarla Ýnkaya’dakini karþýlaþtýrýrken dostlarla göz göze geldik. Artýk gitmeliydik. Azad etmeliydik bu yaþayan bilgeyi. Yanýmdaki arkadaþ, “Tarihi bir gün yaþadýk, dostum.” diyordu. “Yaþayan en büyük ressamla tanýþmak, onunla sohbet etmek herkese nasip olmaz.” Sustum ve baþýmý salladým. Vakit tefekkür vaktiydi.
Karnýmýz acýkmýþtý. Ýlk duraðýmýz, günün ruhuna uygun bir yemek mekâný olmalýydý. Çok geçmeden, yer sofrasýna oturmuþ, önümüzdeki güvece ekmeklerimizi banýyor, çoban salatayý kaþýklýyorduk.
Eskiþehir, 20 Aðustos 2004, 15.46
(Bu yazý, Ocak 2017’de Türk Yurdu dergisinde yayýnlanmýþtýr.)
Muharrem Dayanc hakkýndaki diðer yazýlar Gsterim: 1661 | E-posta
|