Geçmişinde imparatorluk tecrübesi olan milletlerin ortak kaderidir göç. İnsan, kendi isteğiyle, kök saldığı topraklardan başka bir coğrafyaya kolay kolay gitmek istemez. Gitmek zorunda kalırsa da çoğu kez yanında hatıralardan başka bir şey götüremez. Talihli insanlar için bu hatıralar, yeni bir dünyada hayata tutunmanın can simidi olabilirler. Ya talihsizler için, ya çocuklar için? Ya annesini babasını, bir tek teyzesi dışında, bütün akraba ve tanıdıklarını kaybettikten sonra, çocukluk hatıralarını da arkada bırakarak başka bir coğrafyaya gitmek zorunda kalanlar için?
Batum’da doğmuş babaannem. Başta babası olmak üzere bütün erkek akrabaları imparatorluğun değişik cephelerine savaşa gitmişler. Geriye sadece Ayşe teyzesi kalmış. Tutmuş elinden yeğeninin, yanında Sakarya’ya getirmiş onu. Bu nasıl yalnızlık, bu nasıl kimsesizlik, bu nasıl çaresizliktir, yaşamayan bilemez.
Göçtükleri yer de sıkıntılarla dolu. Orada da savaş var. Millî mücadele yıllarının, Çanakkale Boğazı’ndan sonra en stratejik yerlerinden biri Geyve Boğazı. Savaş ve düşman korkusu bütün acımasızlığı ile kendini hissettiriyor burada da. Hatta savaş, zorlukların bir yüzünü oluşturuyor, diğer yüzünde açlık var, hastalık var, korku var bu yılların. Ne toprak hoş geldin diyor bu yetim çocuğa, ne ırmak, ne gökyüzü, ne coğrafya, ne gülen insan yüzleri. Herkes, herşey kederli ve kendi derdinde.
Elbette babaannemden bahsediyorum. Çocukluk cennetimden, çocukluk meleğimden. Kendi yaşayamadıklarına beni doyuran insandan. Benimle hayata bir kere daha tutunan, benimle bütün sıkıntılarını temize çeken insandan. Zaman zaman evresine gülmeyi yasaklayan, gülen insan gördüğünde ‘’neye seviniyorsunuz, niçin gülüyorsunuz, siz sıkıntı görmediniz, savaş yaşamadınız ondan’’ diye serzenişte bulunan ruh tedirginliğinden…
Dokuz çocuklu ailenin altı kızdan sonra dünyaya gelen ‘’veliaht’’ıydım. Bir Cuma günü doğduğumda koca köy bayram yapmış, pilavlar pişmiş. Bütün dikkatler, emekler, itinalar üzerimdeydi. Ben mutluydum, ama ya ablalarım? Susalım.
Şiirler yazdım, denemeler yazdım, hikâyelerde roller verdim ona. Birçok yazımda ondan izler vardı. Şiiri onunla sevdim, onunla köprü kurdum edebiyata. Her gün okuduğu destanlar, dualar; anlattığı efsaneler, hikâyeler hâlâ hatıralarımın en güzel köşesini oluşturur.
80’li yıllardı. Bir gün tanıdıklar müjde ile çaldılar kapısını babaannemin. Dediler ki; ‘’eğer, istersen, sana yetim aylığı bağlatabiliriz.’’ Bu teklif kesin bir dille reddedildi. Onu böyle bir hadiseye ikna edecek tek gerçek vardı hayatta, o da bendim. En ince, en hassas noktası bendim onun. ‘’Torununu okutursun’’ dediler. Gözleri parladı. Bu, olabilir, demekti. Bakın bu nedenle olabilir, sadece bundan dolayı olabilir, demekti.
En çok da beni okutmak için almaya ikna olduğu maaşı çekmeye gittik babaannemle Geyve’ye. Kuş gibi seke seke hızlı hızlı yürüyordu. Bir elinde ben vardım öbür elinde benimle ilgili hayalleri. Okuyacaktım, tam da onun ifadesiyle; ‘’vali, paşa, kaymakam’’ olacaktım. Ne sana ne hayallerine yetişemedim babaanne, bağışla beni.
Sonra kendi kendime söz verdim, ‘’seni anlatacağım babaanne’’ dedim. Tanıdığım, bildiğim, sevdiğim, ulaşabildiğim herkese.
Ne zaman babaannem aklıma gelse hiç durmaz içimdeki göç. Bu sefer onun olduğu dünyayı özlerim. Onun olduğu rüyayı özlerim.
Bu gün dualar senin için babaanne. Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar Gösterim: 2459 | E-posta
|