Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
Öğretmen var, öğretmenden içeru
Cumartesi, 08 Şubat 2014

     İnsan kendinden başlamalı sevmeye de, yermeye de, bilmeye de ama kendinde bitmemeli bu yolculuk. Uzanmalı en dipteki kılcal köklere, derin mavilere.

İçimizde başlayan bu süreç doğru kılavuzlarla çok daha anlamlı bir yolculuğa dönüşür. Aile ve çevreden sonra insan üzerinde en fazla iz bırakan kılavuz-varlık hiç kuşkusuz öğretmen. Durum bu minval üzre olunca, hele hele bir de nesnesi olduğunuz bir konunun daha sonra öznesi olmuşsanız, hatıralar akın ediverir zihninize.

Bazı meslekler özleri itibariyle diğerlerinden ayrılırlar. Bu meslekleri sadece dış hayattan öğrendiklerimizden hareketle yapamayız. Bu meslekler içten gelen özveri ve yaratıcılık isterler. Bilge insan Kenan Rifâî’nin: "Ham demiri dövmekle mücevher olmaz; illâ aslından olmalı, illâ aslından olmalı" sözü tam da bunu anlatır. Sözün özü; "Öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur."

En son söylenmesi gerekeni en başta söyleyelim: Öğretmenlik öğretme değil, bizden yaşça ve tecrübece geride olan insanlarla birlikte öğrenme sürecine dâhil olmaktır. Buyuran, emreden, aşılayan, değişmesi ve tartışılması mümkün olmayan bilgiler aktaran, aktardıklarını asla sorgulatmayan ulu bir varlık değildir öğretmen. Modern hayatın bize dayattığının tam aksine öğretme değil öğrenme mesleğidir öğretmenlik. Israrla ve hiç bitmeyen bir iştiyakla öğrenme. Öğrendikçe yakındakileri de büyülü ve bir daha içinden çıkılmak istenmeyecek bilgi ve irfan girdabına çekme.

Benim öğrenme maceram bir köy ilkokulunda (Karaçam Köyü-Geyve) başladı. Okulumuzun henüz betona bulaşmamış toprak bahçesi her türlü oyunu oynamamıza elverişli değildi belki ama doğayla barışıktı. Yan yana sıralanmış çamlarla birlikte dallarını toprağa eğmiş büyük bir söğüt ağacı zihnimin yeşil köşesinden hiç çıkmaz. Ya öğretmenlerim? Hatice Öğretmen bana okuma yazmayı söktürdü, sonra Sakaryaspor’da futbol oynayan ve Pamukova’dan gelip giden bir Orhan Öğretmenimiz oldu. Onların da emeği çoktu üzerimde ama beni en çok etkileyen Memiş Kaya’ydı. Geyve’den gider gelirdi Hatice Öğretmen gibi.

Teftiş vardı okulumuzda, müfettiş gelmişti. Aman Allahım ne heyecandı o. Sınıfımıza da uğradı. Konuşma esnasında sohbetle karışık bir soru sordu bize: "Çocuklar’’ dedi, "kapalı bir mekândasınız ve tam tepenizde küçük bir delik var. Dışarıdaki güneşi bu mekâna sokmak istiyorsunuz, bunu nasıl yaparsınız?’’ Hemen parmak kaldırdım: "Bir ayna buluruz’’ dedim, "aynaya yansıyan güneşi gerekli açıyı vererek içinde bulunduğumuz mekâna yansıtabiliriz.’’ Hiç unutmuyorum, Memiş Öğretmen ile göz göze geldi bir an müfettiş. Ve bu ayna, o günden sonra, önümü aydınlatan güneşini benden hiç esirgemedi.

Evimizin hemen yanındaki ilkokuldan sonra, annemden iki kere ayrılmaya benzemişti ortaokul macerası. Birinci sınıfı Geyve’de okudum. İkinci sınıftan sonraki ortaöğretim maceramın merkezinde hep Adapazarı vardı. Şimdiki aklım olsa Geyve’den ayrılmazdım ama, neyse. Alışamadım bir türlü Adapazarı’na ve bu yüzden okulu bırakıp köydeki hayata geri dönmenin eşiğine geldim defalarca… Nereden bilebilirdim bütün bu olumsuzlukların gelecekte yapacağım mesleğin heyecanını ruhuma üfleyecek bir insanı hayatıma sokacağını? Bu insan Türkçe öğretmenim Ahmet Çengel’di. Orman bayramıyla ilgili bir yazı yazdırmıştı bize. Nasıl olduysa o güne kadar dünyanın en silik insanı/öğrencisi olan ben parmak kaldırmıştım. Tahtaya kalktım, yazdığım kompozisyonu kıpkırmızı kesilen yüzümle, terleyen ve titreyen ellerimle birlikte okudum, yerime geçtim. Yerime oturduktan sonra yanıma gelip tepeme dikilen bu insanla göz göze gelmekten bile çekinen bir ürkeklikle başımı eğmişken bir el dokundu saçlarıma. Kıyamete kadar unutmayacağım bir cümle eşliğinde başımı okşayan bu el yüreğime de dokunmuştu aslında. ‘’Senden olacak evlat!’’ Âh bu üç kelime, bir cümle, bir dünya, bin rüya.

Unutur muyum hiç, okulumuzda şiir okuma yarışması yapılacaktı. Sınıftan seçilen iki öğrenciden biri bendim, tabii ki ben Ahmet Hoca’nın kontejanındandım. Hasta olduğu için okula gelemeyen hocamın yokluğunda yetim kaldım ve yarışmada hiçbir varlık gösteremedim. Fakat, kendi yazdığı şiirle yarışmaya katılan bu mahcup çocuğu bütün okul tanımıştı. Bazı kelimeleri tam telaffuz edememem ve yine bazılarını gereksiz uzatmam nedeniyle günlerce alay konusu olmuştum. Daha kötü bir şey daha oldu. Okulun baş müdür muavini beni bellemişti. Hatta zaman zaman dayağa baş vuracak kabalıkla şiir yazmamamı emretti durdu: "Şiir yazmayacaksın!’’ Yine aynı hocadan yediğim bir dayağı unutamam. Sabah altıdan itibaren ayakta olmanın yorgunluğuyla okulun bahçesindeki banklardan birinde kaykılarak uyuyakalmışım. Hoyrat bir el uyandırdı beni, daha gözlerimi tam açamamışken çağrıldığımı söyledi baş müdür muavini tarafından. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Korka korka, sine sine ders yaptığı sınıfın kapısına vardım. Kapıyı çaldım. İçeriye girdim. Tek bir kelime söyleyecek cesaretim yoktu. "O bankta edepsizce yatan sen miydin?...’’ Daha cümle bitmeden yüzümde yıldırım şiddetinde üç tokat patladı. Allah’ım her şeyi görüyorsun, dedim içimden. O nasıl bir çaresizlikti.

Lise yıllarım kozasından yeni çıkmış bir ipek böceğini andırıyordu. Kelebek olup uçmanın bir adım öncesindeydim. Bunu hissediyordum. Bütün şiir ve kompozisyon yarışmalarının birincisi belliydi artık, ikinci ve üçüncü olanlar biraz da prosedüre uymak için seçiliyordu. Ah Meral Göl Hocam benim. Edebiyatla hatta hayatla aramdaki bütün duvarları yıkan melek hocam benim. Bana kişilik kazandıran, konu edebiyat olunca: "Sen ayrısın, kendine güven!" diyen hocam.

"Öğretmen’’ konulu şiir yarışması. Hâlâ birkaç beyti aklımda:

Yoktur sevgide senden önce gelen

Sevgimin temelisin yüce öğretmen

 

Ruh veriyorsun, inanç veriyorsun bizlere

Ne kadar yüceltsek lâyıksın daha yükseğe …

 

‘’Bu sefer ikinci yaptık seni’’ dedi; yüzüne bahar saflığı ve güzelliği de katan gülümseyişini de ekleyerek. Rica etti: "Sen öğlencisin ama pazartesi günü sabahçılarla birlikte okula geliyorsun ve diğer dereceye giren arkadaşlarınla birlikte ödülünü alıyorsun…’’ Tamam, dedim.

İple çekilen pazartesi geldi çattı. Sabah erkenden okulun yolunu tuttum. Öğretmenler de dâhil olmak üzere hiç kimseyi tanımıyordum. Öğrenciler okulun ana giriş kapısının hemen solundan geçerek kapalı spor salonuna toplanıyorlar. Bense, "şimdi tanımıyorsunuz ama birazdan tanıyacaksınız, merak etmeyin’’ duygusu ve gururuyla biraz ileride bulunan kantin kapısında bekliyorum. Törenin başlama saati yaklaştıkça heyecanım katlanıyor. Tek tük koşuşturan öğrenciler dışında herkes salona geçiyor ve bir süre kantin kapısında yalnız kalıyorum. İstiklâl Marşı okundu okunacak. Müdür yardımcılarından biri hışımla merdivenlerden iniyor ve salona doğru ilk adımını attığında göz göze geliyoruz. "Ulan herkes salona geçmiş, sen burada ne bekliyorsun eşşoğlu…" Tıpkı ortaokul yıllarımda olduğu gibi, daha cümle bitmeden yüzümde tokat sağanağı ve arkamdan bir de tekme… Yüzüm gözüm kızarmış halde öğrenci kalabalığının arasına sığınıyorum. Bütün kırgınlıklarım ve acılarım devam ederken hâlâ saf zihnimden, "Hoca ödül aldığımı görecek, benim aslında öğlenci öğrenci olduğumu anlayacak ve belki de…" düşüncesi geçiyor. Hiçbiri olmuyor tabii…

Biz bu öğretmenlik mesleğine hayatın gerçeklerinden hareketle objektif bir gözle pek bakmadık. Onu abartırken de samimi değildik, bilinçaltımızda küçümserken de. Üniversite hayatım boyunca çok az istisna hariç hep aynı cümleyle karşılaştım: "Ne yani bu kadar okuduktan sonra gerçekten öğretmen mi olacaksın?’’

İdeal öğretmen kavramına da inanmıyorum. Öğretmenlik tiyatro sanatçılığı değildir, ‘’miş gibi’’ yapmaya gelmez. Hayatın tâ kendisidir o. Oysa idealler ütopiktir, kurgusaldır. Hayatın gerçeğinden insanın tabiatından kopuktur. Öğretmen, anne ile baba karışımı, hatta mümkünse dede ve büyük annelerin de eklemlendiği bir sevgi ve tecrübe yumağı olmak zorunda.

Tek başına bilgi de yetmez, onu aktaracak yalın ve etkili dil de gerekli. Öğretmen; duruşuyla sınıfa yakışmalı, görgü ve irfanıyla bu kutsal mekânı doldurmalı. Bütün dikkatleri bir noktaya topladıktan sonra anlık dalgınlıkları bile gözden kaçırmamalı. Zihnen uyanık, mizacen yaratıcı olmalı. Ders sırasında oluşan soru(n)ları yerinde, zamanında çözebilmeli. Öğrencilerine asla kin tutmamalı.

"Benim için mabetti, bir kere bile abdestsiz sınıfa girmedim." diyen Nurettin Topçu’ya selam olsun.

 


Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 2719 | E-posta

Yorumlar (1)
RSS Yorumlar
1. 09-02-2014 14:18
teşekkürler
Yüreğinize ve kalemine sağlık hocam.
Yazar Nilay Şentürk (Misafir)

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.