Bir insanın kendi köyü dışında ikinci köyü olsaydı benim ikinci köyüm hiç şüphesiz İlimbey olurdu. Elbette birçok nedeni var bunun, ama en önemlisi canım annemin köyü İlimbey. Bu yüzden çocukluk hatıralarımın bir kısmında bu köy de var.
Dedelerim Batum’dan Adapazarı’na göç ettiklerinde önce bu köye yerleşmişler ve köyün biraz dışında, hatta üstünde orman içinde yeşil bir vadi olan Parsah’ı tercih etmişler. Başta pek dert etmemişler merkeze ve bazı nimetlere uzaklığı, ama zaman geçtikçe zor gelmeye başlamış karayoluna, demiryoluna ve dahi şehre ulaşmak, gidip gelmek. Bir süre sonra Karaçam’a inmişler/göç etmişler ve içinden karayolu, demiryolu ile Sakarya nehrinin geçtiği bu köy bizim köyümüz oluvermiş birden, ama İlimbey’le olan bağlar hiç kopmamış, hep taze kalmış.
İlimbey’e giden bütün yollar -ulaşımın hiç de kolay olmadığı dağ yollarını bir kenara bırakırsak- Karaçam’dan geçer. Karaçam, Adapazarı-Geyve ile İlimbey arasında bir ara istasyon gibidir. Dolayısıyla, bu köy, sosyal ve kültürel yönden olduğu kadar ticari açıdan da Karaçam’ı ciddi anlamda besler. Bakkallar, berberler, lokantalar, nalburlar, zahireciler, kıraathaneler dört gözle beklerler İlimbeyli müşterilerini. Bahar, yaz ve hatta sonbahar mevsimlerinde, özellikle de hafta sonlarında, piknik yapmak için İlimbey’i tercih edenler ayrı bir katkı ve renk katarlar Karaçam’a…
Ya, İlimbey’e gidişte ara istasyon vazifesi gören bu yerin tam merkezinde bakkal dükkânı işletiyorsanız? Açık söyleyeyim, bu köyün kara kutusu olursunuz. İnsanların ciğerlerini okursunuz. Tanımadığınız, bilmediğiniz, ölçmediğiniz insan kalmaz. E insanlar biraz da alışverişte tanınmazlar mı? ‘’Alış’’tan çok ‘’veriş’’te çıkmaz mı insan karakteri biraz da ortaya.
İlimbey benim dayılarımın köyüydü, ama ben dedem yaşındaki insanlarla daha fazla haşır neşir oldum, daha on dört on beş yaşlarındayken. Sadece alışverişe gelenlerle değil, bakkalın önünde bu köye giden arabalara binmek için bekleyenlerle de içli dışlıydım. İnanır mısınız bilmem, başta Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau ve Voltaire olmak üzere Batılı filozofları ilk defa rüştiye mezunu bu büyüklerimden duydum. Öyle ezberlemişlerdi ki bu düşünürleri bu insanlar, aradan altmış yıla yakın zaman geçtiği halde hafıza plaklarında tek bir cızırtı yoktu. Kimdi bunlar? İbrahim Öz (Ozoz İbrahim), Hasan Öz (Ozoz Hasan), Niyazi Öz, Hüsnü Öz, Yahya Öner, Muhittin Öner, Niyazi Öner, Mahmut Yılmaz, Şevket Yılmaz, Selahattin Ölmez, Selahattin Çetin, Murteza Terzi, İsmail Terzi, Mevlüt Genç vb. (Hemen hemen bu jenerasyona mensup olan öz dedem Yunus Demir bu toprakların yetiştirdiği en asil insanlardandı. Kızının evinde bile beyefendi ve mahcuptu.)
Bir de benimle yaşıt gençleri vardı bu köyün, Karaçamdaki arkadaşlarımdan ayırmadığım. Farklı köylerde doğmuş olmanın dışında ayrımızın gayrımızın olmadığı insanlar. Bir çırpıda aklıma gelenler; Mustafa Öz, Şuvayp Öz, Fazlı Öz, Osman Öner, Ayhan Öner, Recep Genç, Mehmet Genç, Osman Mısır, Hüseyin Başkaya, Zabit Kurt, Sabahattin Çetin, Ali Çetin, Orhan Demir vb.
Unutamadığım ve bir adım öne çıkarmak istediğim birkaç kişi var İlimbey’de. Bunların başında Mahmut (Yılmaz) ile Şevket (Yılmaz) geliyor. Seksenli yılların başı. Okumayı çok seviyorum, elime geçirdiğim her şeyi yutarcasına bir şevkle adeta içiyorum. Mahmut dedem Adapazarı’na her gidişte ‘’Milliyet’’ gazetesi alıyor, bana uğramadan geçmiyor. O hem dinlenip hem araba beklerken, ben bir çırpıda gazeteyi okuyuveriyorum. Bir de Şevket dayım vardı. Her gün gidip geldiği işten mutlaka ‘’Günaydın’’ gazetesiyle dönerdi. O da gazeteyi bana okutmadan gitmezdi İlimbey’e. Bu durum öyle bir mutluluk ve memnuniyet uyandırmış ki bende, öğretmen olduğumda aldığım ilk maaşla Mahmut dedeme baklava alıp götürmüş, elini öpmüş, hayır dualarını almıştım. Şevket dayıma borcumu ödedim mi bilemiyorum. Hafızam bana bu konuda yar olmuyor.
Coğrafi koşullar, iş bulma ve geçim zorlukları her gün biraz daha büyüyen geleneksel aileleri yeni arayışlara girmek zorunda bırakıyor. İlimbey hayatın bu karşı konulamaz gerçeğinden nasibini almış yerlerden. Avrupanın birçok ülkesinde ve özellikle Almanya’da çokça İlimbeyli yaşar. Bu nedenle çocukluğumun yazları Almanya’dan gelen arkadaşlarımla daha da şenlenirdi. (Sabahattin Çetin, Osman Mısır, Hüseyin Başkaya ilk aklıma gelenlerden.) Gurbet tutmak için İlimbeylilerin yurt içinde tercih edilen yer ise İstanbul’du. Bugün İstanbul’da, hatırı sayılır bir İlimbey kolonisinin varlığından söz edebiliriz. Niçin anlattım bütün bunları, şunun için; bundan sonra öne çıkarmak istediğim İlimbeyliler gurbete açılanlardan da ondan. Karaçamlılar gibi, nispeten daha rahat koşullarda yaşayanlar için başka bir ülkeye veya şehre gidip çalışmak çok da anlaşılır bir durum değildi.
Rahmetli Nevzat (Özdemir) dayım, annemin İlimbeydeki akrabalarından ve Almanya’yı mesken tutanlardan. Sarışın, uzun boylu, güler yüzlü, renkli gözlü ve şaka yapmayı seven bir insan. En büyük hayalim radyo sahibi olmak, annem bunu biliyor. Nevzat dayıma benden habersiz bir radyo siparişi veriliyor.
Ve yine bir yaz mevsimi. Nevzat dayım arabasıyla bizim dükkânın önünde duruyor. Kapının önünde karşılıyorum onu. İki eli arkasında. Başlıyor şaka yapmaya, ‘’Bil bakalım sana ne getirdim Almanya’dan?’’ diyor… Bir hayli konuşturduktan sonra, o güne kadar aldığım en güzel hediyeyle buluşturuyor beni; orta boy bir radyoyla. Aman Allahım o nasıl bir mutluluk. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Ellerim ellerime dolanıyor, kelimelerim dillerime karışıyor. Radyoyu vermeden önce nasihat de ediyor; ‘’Senden okumanı, millete hayırlı bir insan olmanı istiyorum.’’
Futbol maçlarını neredeyse yarım tribünü dolduracak insan topluluğuyla dinlediğimiz pazar günleri başlıyor artık. Hiç kimse yokken bile Hamza’nın Yaşar hep yanımda. ‘’Şimdi de mikrofonlarımız Sakarya’da!’’ Hele hele bu anons, başka bir maç anlatılırken, anlatım birden kesilerek ve aniden yapılmışsa, kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor. Ya Orhan Ayhan konuşuyor, ‘’Sakarya’da bahardan kalma bir gün, bu şehrin çocuklarına futbol oynamak ne kadar da yakışıyor… Yeni gollerde buluşmak üzere mikrofonu merkeze bırakıyorum.’’ Ya da Halit Kıvanç, ‘’Şimdiye kadar ayaklardan gol çıkmadı, ama kaleci Engin’in ayakkabısı çıktı, bağcıklarını bağlıyor!... Maç biraz durdu, mikrofonu merkeze bırakıyorum.’’ Merkezde de hep Abidin Aydoğdu olurdu.
Çocukluğumda ve gençliğimde bu radyodan dinlediğim bütün türkü ve şarkıları ezbere bilirim. Sadece ‘’Hafif Türk Müziğine’’ bir anlam veremezdim. Allah Nevzat dayıma gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Amin.
Eskişehir’de yeni göreve başladığım yıllar. Almanya’dan bir hediye paketi alıyorum. İçinde bir ceket, bir gömlek, bir de kravat var. Gönderen çocukluk arkadaşım Hüseyin (Başkaya). Nedense Almanya’ya ailesinin yanına biraz geç gitmiş, uzun süre Adapazarı Dörtyol Sanayi Sitesinde çalışmıştı Hüseyin. İşte o zor günlerde paylaşılanların hatırlanmasıydı bu. Hediyeye bürünmüş dostluk ve samimiyetti. Hayatımda aldığım en ince hediyelerdendir. Şimdi gel de bu güzel insanı Almanya’da ziyaret etme, olur mu hiç? Bekle bizi geliyoruz Hüseyin’im.
İlimbey, Geyve Boğazının en güzel köylerinden, huzur beldesi. Aradığınız her şeyi bulabileceğiniz yer artık. Elektrik, su ve ulaşım sorunları büyük ölçüde giderilmiş durumda. Elmadan armuta, kirazdan incire, fındıktan şeftaliye, mürdüm eriğinden (kilyavi) Trabzon hurmasına kadar birçok meyve yetişiyor bu yeşil cennetinde.
Daha önce de söylediğim gibi İlimbey’e gitmek için mutlaka Karaçam’dan geçmeniz gerekiyor, fakat bilenler bilir ki, dağ yollarından Akçay ve Fevziye’ye de inebilirsiniz buradan, dolayısıyla Hacımercan ve Sapanca’ya da geçebilirsiniz.
Her geçişimde, her görüşümde beni büyüleyen Karaçam-İlimbey yoluyla ilgili bir hayalim var: Her şeyden önce bu yol biraz daha genişletilmeli. Her iki tarafına yaya ve bisiklet yolları yapılmalı. Yine yolun her iki yanına karşılıklı olarak ve belli aralıklarla banklar konulmalı. Bahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde buraya geleceklere hizmet vermek için, seyyar büfeler oluşturulmalı. Uygun kısımları dinlenme yerleri olarak düzenlenmeli. Bu ve buna benzer çalışmalar yapılabilirse bu güzergâh iki köyü birleştiren yol olmanın ötesinde insanların nefes aldıkları, spor yaptıkları, eğlendikleri bir yaşama alanına da dönüşür. Kötü mü olur?
Daha sonra buranın -şimdiki gibi değil- düzenli ve plânlı bir şekilde iskâna açıldığını düşünüyorum, inanın heyecanlanıyorum.
Benimkisi sadece bir hayal, günümüz dünyasında hayallere pek yer yok ve şehrin çok daha önemli sorunları ve ihtiyaçları var… Edebiyatçı fantezisi işte, ciddiye almaya değmez.
Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar Gösterim: 3655 | E-posta
|