Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
Almanya'da devam eden bir 'İlimbey' masalı
Cumartesi, 26 Nisan 2014

İkinci Dünya Savaşından yorgun çıkan Almanya 1960’lı yıllardan sonra ülke dışından gelecek işçi gücüne ihtiyaç duyar. Bu nedenle önce İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelere kapılarını açar, daha sonra Türkiye’ye de yeşil ışık yakılır. 1973 petrol krizine kadar devam eden bu süreç, zamanla, ciddi bir Türk kolonisinin oluşmasına neden olur bu ülkede. Frankfurt, Berlin, Köln, Hamburg, Düsseldorf , Mannheim, Nürnberg ve Münih gibi şehirler, özellikle bazı mahalle ve sokaklarıyla, küçük Türkiye fotoğrafı vermeye başlarlar. Bundan dolayı, Almanya’ya yolu düşenler hele hele yukarıda adını saydığımız –veya adını saymadığımız hâlde bunlardan pek farkı olmayan- şehirlere yollarını düşürürlerse hiç zorluk çekmezler.

Peki Almanya’yı bu kadar bizden yapan kimler olmuş? Böylesine zor ve acımasız gurbeti ‘’yarı-vatan’’a dönüştürenler bunun karşılığında hangi bedelleri ödemiş? Geçmişle bugünü karşılaştırdığımızda ortaya çıkan manzara ne? Bu ve buna benzer sorulara cevap arayanlara bir başarı ve tutunma hikâyesi anlatacağız bugün. Kemerlerinizi bağlayabilirsiniz.

1944 yılında Sakarya’nın Geyve İlçesinin İlimbey Köyünün Parsah mahallesinde doğar Nurettin Başkaya. Köyün biraz dışında kalan ve bugün kimsenin yaşamadığı bu mahalleden İlimbey Köyüne göç edilir önce. Hayat, bu sabır ve irade abidesi insanı üç yaşında öksüz bırakır, babasını kaybeder Nurettin Başkaya. Hikâyemizin miladıdır bu tarih. İki öksüzün bütün yükünü anne yüklenir. Gençlik yılları komşuların günlük işlerinde az bir ücretle çalışarak geçer. Gelecekle ilgili en küçük bir ümit kırıntısı dahi yoktur.

Askerlik dönüşü Adapazarı Vagon Fabrikasında işe başlayan Nurettin Başkaya burada beş buçuk yıl çalışıyor. Ama aradığı ve istediği bu değildir, ‘’İki cıvata sıkmadan akşam ettiğimiz günler oluyordu’’ diyor, geçmişi anlatırken. ‘’Ben çalışmak, kazandığımı hak ettirmek istiyordum’’ diye de ekliyor. Öylesine dürüst, öylesine çalışkan, öylesine gözü pek.

İşte tam da bu günlerde, Almanya’nın Würzburg’a bağlı Schweinfurt kasabasında bulunan ‘’Sachs’’ adlı araba parçaları üreten bir firma işçi talebinde bulunuyor Türkiye’den. Bunu bir fırsat olarak görüyor Nurettin Başkaya ve istifa dilekçesi bile vermeden çalıştığı yerden ayrılıp Almanya yollarına düşüyor. ‘’Fabrikadan ayrılırken yasal yolları takip edip istifa etseydim haklarımı kaybetmezdim ve belli bir süreye kadar işe geri dönme şansım olurdu’’ derken içinden geçenleri anlayabiliyorum. Hâsılı, geriye tek bir seçenek kalıyor, Almanya.

Gurbetin acı meyvesi tadılmaya başlanıyor yavaş yavaş. Yıllarca ayrı kalınan aile, gözü yollarda çocuklar. Büyük oğlunu ancak on dört yaşında yanına alabiliyor. Her ne kadar zorluklarla dolu olsa da, geride bırakıyor masal gibi geçen çocukluğunu ve gençliğini. Gelin size masalın sonunu hemen söyleyivereyim: Kırk beş senede bütün renkleriyle köyünü Almanya’ya taşıyor Nurettin Başkaya, burada dişiyle tırnağıyla kendi İlimbey’ini kuruyor… Hem de İlimbey’in ova halini. Yüzlerce dönümlük araziye otuza yakın sebze ekiliyor ve Almanya’nın birçok yerine pazarlanıyor buradan. Adı da ‘’Yeşil Sakarya’’ bu sebzecilik şirketinin. Tarlaların ortasında; etrafında erik, kiraz, elma, şeftali ağaçlarının -hatta fındık fidelerinin- olduğu küçük bir bahçe evi. Sadece deresi, yamacı ve dağı eksik.

Neyse, masala geri dönelim. Üstü zarafetle ve bin bir çeşitle donatılmış masanın etrafında hem kahvaltı ediyor, hem sohbete dalıyoruz. Türkiye’deki aile fertleri Almanya’ya geldikçe tek maaş yetmemeye başlıyor. Ek iş yapmayı düşünüyorlar, hem yaşadıkları yerin küçük bir kasaba ve ova olması, hem de çiftçiliği daha önceden bilmeleri ve tecrübe etmiş olmaları onların yüzünü yeniden toprağa döndürüyor. Profesyonel anlamda çiftçilik yapan bir Alman ailenin kapısını çalıyorlar. Burun kıvırıyor önce Alman, ‘’Benim işçilerim var, onlardan memnunum’’ diyerek. ‘’Üç gün çalışalım’’ diyorlar, ‘’bakın, deneyin, test edin beğenmezseniz para da istemiyoruz.’’ Bu üç gün, on sekiz senelik dostluğun kapısını aralıyor. Bu sürede sebzeciliğin bu topraklara mahsus bütün inceliklerini öğreniyorlar. On sekiz yıl sonra kendi işlerini kurmak için Alman dostlarından izin istemeye, helâlleşmeye gittiklerinde Alman çiftçi ağlamaya başlıyor… ‘’Ben’’ diyor ‘’sizin gibi iyi, dürüst ve çalışkan insanları nereden bulacağım…’’ Bu ayrılıktan sonra çok da sürdürmüyor bu işi Alman.

(Unutmadan yazayım, çok cimriymiş bu Alman, değişik bahanelerle her ay birkaç yüz markı yevmiye olarak verdiği paradan kesermiş. Bir ayda alınan para genelde altı yüz mark tutuyormuş, ama bu para dört yüz, dört yüz elli marka kadar kırpılabiliyormuş.)

Aile kendi işini yapmaya karar verdiğinde bir süre düşünüyor, ‘’acaba ne eksek, ne biçsek’’ diye ve istişare sonucunda ortaya çok isabetli bir karar çıkıyor. Yaşadıkları bölgede çiftçilik/sebzecilik yapanların hemen hepsi Almandır ve Almanlar çok da fazla olmayan kendi sebze çeşitlerini büyük bir ustalıkla üretmeye ve pazarlamaya devam etmektedirler. Yani onlarla rekabet mümkün de değildir, mantıklı da. Geriye Almanların bilmediği burada yaşayan Türklere hitap eden sebzeler kalıyor. Bu konuda ciddi bir ihtiyaç ve boşluk söz konusudur. Hemen kollarını sıvıyorlar ve başta; ‘’bakla, maydanoz, tere, roka, nane, kara lahana, fasulye, semiz otu, pazı, pancar yaprağı, yeşil soğan, beyaz kabak, bal kabağı, çarli-sivri ve dolma biber, yeşil sarımsak’’ olmak üzere otuza yakın sebze türünü üretebileceklerini düşünüyorlar, ama bu sayıya zamanla, pazar şartlarını gözeterek ve belli bir süreçte ulaşıyorlar. İşler gittikçe büyüyor ve Başkaya ailesi pazarlara mal yetiştiremez hâle geliyor. Ve toprak yine giydiriyor, yine besliyor, yine anne şefkati gösteriyor, yine bire bin veriyor.

Onlar bizim Türkiye’de çok aşinası olduğumuz sebzeleri yetiştirdikçe komşuları olan Alman çiftçiler şaşırıyorlar. Hatta şaşkınlıklarını gizlemiyorlar da. ‘’Bir gün’’ diyor Nurettin Amca ‘’bir Alman bahçeye geldi.’’ Önce şaşırmış tavrı takındı -aslında küçümsüyor ve hafife alıyor- ve sordu; ‘’Siz bu otları niçin ve kimin için yetiştiriyorsunuz?’’ Bozuluyor Nurettin Amca, ama asla nezaketi elden bırakmıyor, ‘’Biz Türkler bunları çok sever ve yeriz’’ diyor. Sonra bir kasa lahana alıyor Alman. Bu sefer soru sorma sırası Nurettin Amca’ya geliyor, ‘’Ne yapacaksınız bu kadar lahanayı?’’ diyor. Alman kendince otları ve bu otları yetiştirenleri küçümser bir dille cevap veriyor; ‘’Tavşanlarıma yedireceğim!’’ Bu Alman, Nurettin Amcanın hadiseyi bana anlatırken takındığı tavrı görse çok bozulurdu. Ben gözlerinden okudum Nurettin Amcanın ne demek istediğini. Bütün bu sebzeleri üretmek ve dahi bir çeşni olarak sofrada bulundurmak toprağın ve bereketin farkında olmaktır, diyordu. Sadece damak tadını değil ufku da renklendirmektir, diyordu. İnceliktir, zenginliktir, tattır, diyordu. İyi de hayatı ve damak tadını birkaç çeşide sıkıştırmış bir Alman’a veya Avrupalıya veyahut Amerikalıya bunu nasıl anlatacaksın Nurettin Amca… Susalım. Almanla Almanlaşılmaz.

Geyve’nin şirin köylerinden biri olan İlimbey’de başlayan ve bir süre sekteye uğrayan bu masal Almanya’da devam ediyor. Sadece mekân değişmiş, kahramanları aynı bu masalın. Bu masal iyici bir masal. Hâlâ insanlık dersi vermeye devam ediyor ve topraktan güç alıyor. Bu masalda misafirler baş tacı, vefa ana figür. Leitmotifi ‘’insan sevgisi’’ bu masalın. Bir varmış bir yokmuş diye başlasa da, hep var olacak değerler üzerine inşa edilmiş. Bize bu masal dünyasının kapısını aralayan Hüseyin Başkaya ile kardeşi Fatih Başkaya’ya ve dahi ailenin diğer fertlerine çok teşekkür ediyorum. Köln ve Leverkusen’de bizi yalnız bırakmayan Osman Mısır ve Ertan Gökmen’e de ayrıca teşekkür etmeyi ödenmesi gereken bir borç telakki ediyorum.

Almanya yolculuğumuz bu ülkenin köklerine doğru yol almaya devam edecek. Dostlardan başladık, nasip olursa şehirlerle devam edeceğiz.


Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 2235 | E-posta

Yorumlar (2)
RSS Yorumlar
1. 26-04-2014 10:06
parsah
muharrrem by babamdanda çok dinlemiştim ama sizden de tekrar dinleyince gözlerim dolu dolu oldu eskiler çok sıkıntılar çekmişler halimize ne kadar şükretsek azdır
Yazar fatih terzi (Misafir)
2. 29-04-2014 19:35
Çok güzel
Muharrem abi yine döktürmüşsün, harika bir hikaye dinledik senin kaleminden.  
Eline koluna sağlık, bu arada bu yazıyı okuyan tanıdıklara selamlar.
Yazar Mucip ÖZ (Misafir)

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.