Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
Alman ve Fransız yapımı bir gezi yazısı -3-
Cumartesi, 17 Mayıs 2014
-Soma’da Hakk’a yürüyenlere ithaf-

 

Beş saatlik yolculuktan sonra, Paris’e yetmiş kilometre kala, yorulmuş dimağlarımızı biraz canlandırmak/dinlendirmek için küçük bir mola verdik. Bu küçük molada o ana kadar yaşadıklarımızı, gözlemlediklerimizi konuştuk, tartıştık. Paris’in bende ova imajı bırakmaya başladığını söyledim hemen, çünkü sürekli geniş, bakımlı, yeşil ve sarı başakların uç verdiği bir düzlükte yol almıştık. Almanya’dan beri hardal tarlaları bize refakat etmekten vazgeçmemişti.

Bu kısa mola ve konuşmadan sonra geniş bir Paris tefekkürüne daldım. Paris’in şehir olarak zihnimde, gönlümde, fikrimde, irfanımda, hatta hocalık hayatımda nerede durduğunu düşünmeye başladım.

Paris, modernleşme tarihimizin hiç kuşkusuz ‘’ütopik’’ ve ‘’romantik’’ başkentidir. Victor Hugo, Balzac, Flaubert, Emile Zola, Baudelaire Paris’i direkt olarak hayatımıza soktular.

Baudelaire, röntgenini çektikten sonra dayanamaz ve ‘’Seviyorum seni rezil başkent.’’ der, Paris için. Çünkü Paris’in tüketilen, harcanan, israf edilen bir ‘’burjuva sermayesi’’ olduğunu bilir. Balzac’a da ayrı bir satır açmadan olmaz, zira ‘’Rus edebiyatı nasıl Gogol’un paltosundan çıktıysa, Fransız edebiyatı da Balzac’ın pansiyonundan (Vaguer pansiyonu) çıkmıştır.’’ sözü bir edebiyat tarihçisi palavrası değildir, önemli bir gerçeği imler. ‘’Goriot Baba’’sız da olmaz Paris…

Paris’in kültür tarihimizdeki macerasının kökleri 18. yüzyıla kadar iner. Bu şehir, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin 1721’deki seyahatiyle birlikte yazılı kültür tarihimizdeki yerini almaya başlar. Bu süreç, 1838’de, Paris’te sefaret kâtipliği yapan Mustafa Sami Efendi’yle devam eder. Buraya gitmek, burayı görmek, zamanla, Abdülhak Hamit’in hocası Hoca Tahsin Efendi’nin;

Paris’e git bir gün evvel akl u fikrin var ise

Âleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e, şeklindeki yaklaşımıyla birey olmanın/medeni olmanın olmazsa olmaz koşulu haline gelir. İkinci Meşrutiyete kadar neredeyse her aydın aynı türküyü çağırmaya devam eder. Ta ki, düşünce ve medeniyet tarihimizde Paris’le ilgili zihinsel kırılma yaşanana, Mehmet Akif, Asım’ı, romantik bir macera ve arayışın şehri Paris yerine kendince bilimin ve sağduyunun merkezi Berlin’e gönderene kadar… (Bu gönderişte siyasi, askeri ve bilimsel nedenlerin olduğu bilinen bir gerçektir. 1810’da Wilhelm von Humboldt tarafından kurulan Berlin Üniversitesi, modern üniversitenin dünyada ilk örneği olarak kabul edilir. Fichte, Hegel, Schopenhauer, Einstein, Bismarck, Marx ve Engels gibi birçok önemli insanın adı bu üniversite ile birlikte anılır.) Durum böyle de olsa Paris hep hayatımızda kalır.

Evveliyatı olmakla birlikte Osmanlı devletindeki örgütlü ilk aydın hareketi 1867 yılında Paris’te ete kemiğe bürünür. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Mizancı Murat, Ali Suavi, Samipaşazade Sezai, Abdülhak Hamit hep bu kaynaktan beslenirler. Devrinin en önemli romancısı Ahmet Mithat Efendi birçok romanında pek de bilmediği bu şehri anlatır. (Paris’te Bir Türk, Cellât, Diplomalı Kız, Altın Âşıkları vb.) Modernleşme devri Türk roman ve şiirinin bir tarafı İstanbul’a bakarsa diğer tarafı hep Paris’e (b)akar.

(Aklımıza gelmişken soralım, Gaspıralı İsmail’in dört sene (1871-1874) Paris’te kalıp, devrin önemli romancısı Turgenyev’e sekreterlik yaptığını biliyor muydunuz?)

Modern Türk şiirinin kurucu şairlerinden Yahya Kemal’in, yaşadığı büyük kriz ve savruluştan sonra, özünü, ait olduğu dünyayı (evini) bulduğu şehirdir Paris. Tanzimat sonrası aydınlarımızın/münevverlerimizin/sanatçılarımızın yolu bir şekilde buradan geçer. Kimi ressam Osman Hamdi Bey ve Bedri Rahmi gibi resim atölyelerinde zaman eskitir, kimi Nurettin Topçu ve Cevdet Perin gibi üniversitelerinde diz çürütür, kimi Abdülhak Hamit ve Necip Fazıl gibi arka sokaklarında iz sürer. Ama hepsi stajlarını burada tamamlar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Attila İlhan, Enis Batur, Nedim Gürsel, Demir Özlü yaza yaza bitiremezler bu şehri.

Kuşkusuz en trajik Paris Cemil Meriç’inkiydi. Onu ışığa ulaştıracak umut tünelinin ucuydu. Son çareydi denenmesi gereken. Bir kere daha aldı, vermedi Paris. Üstat çocukluğuna, Reyhaniye’ye kendi aydınlığına sığındı. ’Ben görmedim Paris’i. Paris evde yoktu. Promete Kafdağı’na zincirlenmiş, ben hastaneye zincirliydim. Paris’de hastaneye zincirlenmek; hastaneye ve karanlığa. Kenzven geceleri… Kenzven’de her gün gecedir. Paris okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi.” derken Kenzven’deki ‘’Quinze-Vingts’’ göz hastanesinden ışıksız dönmesini anlatır.

Modern edebiyatla uğraşan bir insan olarak Paris’i görmek, kısa süreliğine de olsa sokaklarında dolaşmak, ışıltısı gözümüzü kamaştıran aydınlığının arkasına dolanmak, hem heyecan verici hem kışkırtıcıydı benim için. Düşünün bir kere, hayatlarını ezbere bildiğiniz, yazdıkları üzerinde yıllarca kafa yorduğunuz birçok sanatçının/bilim insanının yürüdüğü yollarda yürüyor, baktığı binalara bakıyor, anlata anlata bitiremedikleri yerleri görüyor, gözlemliyorsunuz. Daha ne istersiniz ki talihten?

Moda, lüks ve şatafatın başkenti Paris. Avrupa’da gözümüzün iyice alıştığı nehirli şehirlerden. Seine Nehri ortasından akıyor. Üzerinde sayamadığımız kadar köprü. Hatta bu köprüler içinde dünyada korkuluklara kilit takıp dilek tutma âdetini başlatan Pont Des Arts (Sanatlar Köprüsü) şimdiki adıyla ‘’Âşıklar Köprüsü’’ de var.

Elbette ilginçtir, denizi olmayan bu şehrin armasının ‘’gemi’’ olması. Ben bunu duyar duymaz ‘’deniz özlemi’’ diye yorumladım, ne kadar doğrudur bilemem. Hatta Paris adının ‘’par’’ (gemi) kelimesinden geldiğini iddia edenler de var. Çoğu şehir efsanesi olabilir ama burada gemiyle ilgili söylenenler öyle az-buz şeyler değil. Paris için ‘’sallanır ama batmaz’’ sözünün kullanılması da yine denizle ilgili. (Dünya deniz Paris gemi, diye mi düşünmüşler bilmem ki…) Neyse geçelim.

Paris’te -öyle veya böyle- kendisinden söz edilmeyi hak etmeyecek neredeyse tek bina yok, ama bazıları sanki biraz öne çıkmış gibi, ‘’Notre Dame de Paris’’(Notre Dame Katedrali) bunlardan biri. Meryem Ana’ya adanmış bu gotik yapı 19. yüzyılda yıkılmak istenmiş. Victor Hogo, ‘’Notre Dame’ın Kamburu’’ adlı romanını bu duruma dikkat çekmek için yazmış. Bir edebi eser, bir tarihi esere kalkan olmuş ve katedral yıkılmaktan kurtulmuş. (Hemen aklımıza Emile Zola’nın ‘’Dreyfus Olayı’’ geliyor.) Yine ‘’Louvre Müzesi’’ ilk devlet müzesi olarak kendisine mutlaka zaman ayrılması gereken yerlerden.

Adını Yunan mitolojisindeki ‘’Elysion’’ ovalarından alan ‘’Champs-Elysees’’(Şanzelize) Paris’in şatafatını ve gösterişini temsil ediyor. Hem sayfiye yeri, hem alışveriş merkezlerinin yan yana sıralandığı teşhir salonu, hem de kafelerin insanlara nefes alma imkânı sunduğu dinlenme alanı/ortamı. Fransız romanının ana mekânlarından biri olan bu cadde Zafer Takı’ndan hafif meyilli bir yolla Concorde Meydanı’na (Place de la Concorde) kadar iniyor. Tersinden bakarsınız ince bir yokuş. Uzunluğu iki kilometreyi biraz geçen bu cadde Türk romancı ve şairlerinin her zaman ve her devirde gözdesi. Gerard de Nerval, Beyoğlu’ndaki kahveleri Şanzelizedekilere benzetir ki tersinden yapılan bu benzetme de ilginç.

Paris biraz da ‘’Eyfel Kulesi’’ demek. Herhalde Paris’e gidip Eyfel’i görmeyen ve önünde fotoğraf çektirmeyen yoktur. Fransız Devriminin yüzüncü yılı kutlamaları için düzenlenecek fuarın giriş kapısı olarak tasarlanan ve sadece yirmi yıllığına yapılan bu kulenin (ki 1887-1889 yılları arasında yapılmıştır) hâlâ ayakta durması öngörülemeyen bazı durumlar (yararlar) sonucunda olmuş. Bunlardan biri Atlantik ötesi haberleşmeye imkân tanıması.

Gustave Eiffel’in sahibi olduğu firmanın yaptırdığı kulenin mimarı Stephan Sauvestre. Fakat kuleye, hem Fransız halkı hem de sanatçı ve yazarları uzun süre ısınamamış, kaldırılması yönünde değişik kampanyalar düzenlemişler. Kule, ‘’sokak lambası’’ veya ‘’fabrika bacası’’nı andırması bahanesiyle Paris’te yaşayanlarca pek sempatik bulunmamış. Ne yalan söyleyeyim, bu durum bana gereksiz Paris kibri gibi göründü.

Yaşananların aksine kule, her yıl milyonlarca insan tarafından ziyaret edilmiş, Londra ve Tokyo’da da taklidî benzerleri yapılmış. Paradokstur Paris biraz da.

Parisle ilgili birkaç gözlem daha.

*Paris her şeyden önce bir dünya şehri. Burada her milletten insanla karşılaştık. Gördüğümüz polislerin önemli bir bölümü zenciydi.

*Burada daha çok Fransız yapımı arabalara rastladık: Renault, Citroen, Peugeot.

*Kentte, Cezayir, Fas ve Tunus’tan gelen Arap nüfusun toplumdaki ağırlığı hemen hissediliyor.

*Fransızlar, Almanları hâlâ affedememişler, bu yüzden Almanca sorulan soruları cevaplamak istemiyorlar.

*Paris’te her şey ateş pahası. Otobüsle iki saatlik şehir turu kişi başına 29 euro.

*Paris kendisinden yani bir şehirden fazlası. Eyfel Kulesi’nin arkasındaki parkın sonunda Bangladeşlilerin bir festivaline denk geldik ki çok ilginçti. Paris demek, küçük dünya demek biraz da.

*Paris alabildiğine yeşil; yollar, caddeler ve meydanlar çok geniş.

*Şehirde ciddi bir park sorunu var.

Bir Paris anısı:

Eyfel Kulesi’nin tam altında çember oluşturmuş büyük bir kalabalık arasından dalgın dalgın geçerken, önümden yürüyen dostum Hüseyin Başkaya’nın arkasına şakacı bir palyaço takıldı. Önce ne olduğunu tam anlayamadım. Sonra fark ettim ki Hüseyin ne yapıyorsa palyaço da aynısını yapıyor ve bunu gören kalabalık Hüseyin’e gülüyor. Hem de ne gülüş. Hüseyin’in dünyadan haberi yok. Palyaçoyu ‘’sen ne yaptığını sanıyorsun arkadaş’’ edasıyla arkadan dokunarak ve hafifçe iterek uyardım, ama hiç tınmadı. Durum bu minval üzere devam ederken palyaçonun anlayacağı dilden cevap vermeye karar verdim ve ben de onun yaptıklarını aynen taklit etmeye başladım. Anlayacağınız, onu kendi silahıyla vurdum. Bu sefer, ava çıkarken avlanan palyaçoya gülmeye başlamıştı herkes. Palyaço anında toz oldu ve kalabalık içinde kendisini kaybettirdi.

Hava kararmaya yakınken yola koyulduk. Burada doğru dürüst yiyecek bir şey bulamadığımız için bir an önce Mannheim’e varmak zorundaydık. Rhein Nehri’nin ortasından ikiye böldüğü şehri gündüz gözüyle göremedik. Ama şehir karanlıkta da bizde olumlu izlenimler, duygular uyandırdı.

İkinci Dünya Savaşında bombalanan şehirlerden biri olan Mannheim’de Amerikan birlikleri konuşlandırılmış.

Burası mucitler kenti. Carl Benz ilk benzinli otomobili, Heinrich Lanz ilk traktörü, Julius Hatry ilk roket uçağını burada bulup geliştirmiş.

Gece yarısı vardığımız Mannheim’deki ‘’Türk Sokağı’’ cıvıl cıvıldı. H2/G2 numaralı sokakta (şifre gibi) yemeğimizi yedik. Bu sokakta cağ kebabına kadar bütün yemek ve kebap çeşitlerini bulmak mümkündü.

Gördüğüm ona yakın şehir ve tanık olduğum birçok hadiseden sonra, özelde Almanya ve Fransa genelde Avrupa’nın bende uyandırdığı temel izlenim şu oldu:

‘’Her bina (veya her insan) domino taşı gibi birbirini tamamlıyor burada ve bu binalar (veya bu insanlar) organik bir yapı içinde birbirine eklemleniyor ve yükseliyor. Bunlardan birine bile bu düzeni/bu organik yapıyı bozacak şekilde dokunamıyorsunuz. Dokunursanız bütün şehir (bütün insanlar) bundan rahatsız olacak ve ahenk bozulacak hissi uyanıyor zihninizde. Üç kelimeyle ifade etmek gerekirse ben Avrupa’da; ‘’bütünlüğü, sürekliliği ve tamamlanmışlık’’ı gördüm.’’

Gördüğüm şehirler, ‘’biz binlerce yıllık bir medeniyetin devamıyız, geçmişin bugündeki temsilcisiyiz’’ diyorlar kendi dillerince. Hem de birçok siyasi, ekonomik, askeri çalkantı ve savaşa rağmen.

İkinci Dünya Savaşının Avrupa ulusları üzerindeki tahribatını, bu tahribatın, hemen her alandaki sarsılışın küllerinden neşet bulan yeniden uyanış ve diriliş rönesansını anlamadan yirminci yüzyıl düşünce tarihini anlamak zordur, düşüncesi belirdi beynimizde. (Almanya örneğinde görüldüğü üzere.)

Devrimler doğuran, devrimler ihraç eden, yüzyıllardır dünyanın her yerinden ve hemen her ulustan insanlar devşirip onları değiştiren-dönüştüren (medenileştiren!) Paris’i anlamak, anlatmak o kadar kolay değil, ama ilk görüşteki ve ilk izlenimlerdeki samimiyete hep inandım. Cesaretim biraz da bundan, hoş görüle.


Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 2386 | E-posta

Yorumlar (1)
RSS Yorumlar
1. 18-05-2014 01:04
:zzz KLAVYENİZE SAĞLIK HOCAM.ÇOK GÜZEL BİR YAZI OLMUŞ.
Yazar iLK mürur (Misafir)

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.