Bir şekilde yolu İstanbul’dan geçmeyen, şair, yazar, düşünür, eleştirmen, devlet adamı var mıdır? Sanmam. Varsa bile çok azdır, çünkü bu toprakların Roma’sıdır İstanbul, oradan geçmeden Nirvana’ya ulaşılmaz.
Yine çok az şehrin, hayatın hemen her alanını kapsayan bu kadar geniş anlam ve kavram dünyası olabilir. Coğrafi olarak da önemlidir kültürel olarak da, dini anlamda da mühimdir milli anlamda da, siyasi bakımdan da merkezdedir ekonomik bakımdan da. Şairler şiirleriyle, romancılar tasvir ve tahlilleriyle, ressamlar tuvalleriyle, musikişinaslar nota ve sesleriyle onu anlatmaya çalışmışlar. Gönüller de hep oraya dönmüş; toplar, tüfekler de.
Nedim’im taşını toprağını kutsallaştırdığı bu kente Nabi güzellerindeki zarafeti de ekler. Fikret’te “sis”e bulansa da Yahya Kemal’de “şiir-şehir”dir orası. Tanpınar’ın gerçekle rüya arasında “mümtaz”ca beklediği bir eşiktir. Orhan Veli’nin hayallere daldığı bu masal perisinde, Necip Fazıl çağcıl gel-gitler yaşar. Hangisini anlatsak, hâsılı şiire, iltifata doymayan bir devdir İstanbul.
…
İstanbul’a ilk gidişimin müsebbibi babaannem. Bensiz hemen hiçbir yere gitmeyen, hiçbir şey yapmayan çocukluğumun kahramanı, “Sen de geleceksin!” dedi. İtiraz etmek mümkün değildi ona. Evin, evdeki bütün kararların da komutanıydı o. Üstüme başıma ne giydim, nasıl hazırlandım, inanın bu konuda zihnimde hiçbir bilgi kırıntısı yok. Büyük ihtimalle onun diktiklerini giymişimdir. Elle çevrilen ve genelde bana bir şeyler dikmek için kullandığı bir dikiş makinesi vardı zira onun.
…
Yetmişli yılların ortaları. İlkokula ya başladım ya başlamanın arifesindeyim. Halamlara gittik İstanbul’a. Bostancı, Küçükyalı, Kılavuzçayırı’nda, meyve ağaçlarının süslediği yeşile batmış bir bahçenin girişe göre sonuna doğru küçük şirin bir ev. Rahime Halam, ciddiyetle nükte arasında tam ortada bir yerde, ama dobralığıyla ün salmış bir insan. İçi dışı bir, tabirimi hoş görün bir kadından fazlası, mangal gibi yüreği var. Sözü net, gözü pek, ama çok da merhametli. Çocukları ve gençleri seviyor, kolluyor, büyüklere karşı hep onların yanında. Rahmet istedi bizden.
…
Zayıf bünyem hava değişikliğini kaldıramıyor, hasta oluyorum İstanbul’da. Doktora götürüyorlar. Muayenehane Göztepe’de. O güne kadar böyle bir insan ve araba kalabalığı görmediğim için zihnimden silinmemiş. Hatta ralli yapar gibi birden hızlanan, aniden duran otomobiller çocuk zihnimi çeliyor.
…
Sadi Abi’m, Sabahattin Abi’mle birlikte beni bir futbol maçına götürüyor. Oynama bahsinde pek olumlu sinyaller veremesem de futbolu çok seviyorum o yaşlarda da. Sol ayağını kullanıyor Sadi Abi’m, hayranlıkla seyrediyorum. Sonra bana futbol oynadığı takımların formalarıyla çektirdiği fotoğrafları gösteriyor. Rüya gibi geçip gidiyor zaman ve ben İstanbul’u görmüş bir çocuk olarak, ayrı bir kuruntu ve kibirle dönüyorum köye.
İkinci ve üçüncü ziyaretlerim de halamlara oluyor. Bu sefer sebep üniversite sınavları. Üniversite sınavının birinci aşaması hemen hemen her ilde yapılıyor ve bu ilk imtihan baraj olarak kabul ediliyor. Yeterli puanı alıp barajı geçenler büyük şehirlerde yapılan bu sınavın ikinci aşamasına girmeye hak kazanıyorlar. Sonraki İstanbul’a gelişlerim bu sınava girmek içindi. Sınavlardan birine Çamlıca’da girmiştim ve çok beğenmiştim burayı. Kazandığım yıl Marmara İlahiyat’ta, ucundan da olsa denizi gören bir sınıfta imtihan edilmiştim. Hey gidi günler hey.
…
Mutlaka daha önce görmüş olmalıyım, çünkü İzmit’i geçmeden İstanbul’a gelinmez, ama deniz deyince zihnimin verdiği ilk sinyal hep Haydarpaşa oluyor. O sinyale göre trenden iniyorum, Haydarpaşa tren istasyonunun ana kapısından dışarıya ilk adımımı atıyorum, başımı kaldırır kaldırmaz denizle göz göze geliyorum. Daha gerisi-öncesi yok bu ilk izlenimimin. Ne ilginçtir ki, gardan çıkar çıkmaz mavi mavi gülümseyen bu denize daha sonra Gemlik ve Amasra’da da rastlıyorum.
…
Buraya kadarki geliş gidişlerim, belli ve sınırlı zamanların İstanbul’uydu benim için. İstanbul’a asıl tutunmam ve on yıldan fazla kalışım Trakya Üniversitesi’nden İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptığım 1987 yılına denk gelir. İstanbul’a gelmesem-gelemesem, belki de okumaya devam etmeyecektim, bu kadar büyük tutkuydu benim için burası.
Önce Mimar Sinan Üniversitesi’ni düşünmüştüm. Fakat Mehmet Çavuşoğlu’nun ani ve beklenmedik ölümü rotayı İstanbul Üniversitesi’ne çevirmeme neden olmuştu.
…
Başvurum kabul edilmiş ve bana İstanbul’un kapıları sonuna kadar açılmıştı. Mutluluğumun tarifi olamazdı. Hayallerimi süsleyen şehirde nefes alıp verecektim.
Hemen öğrenci işlerine gittim. Buranın, güngörmüş İstanbul Hanımefendisi bir öğrenci işleri şefi vardı. Adımı soyadımı sordu, listeye baktı ve beni doğru dürüst dinlemedi bile, “Git üniversitenden ilişiğini kes ve gel!” dedi.
…
Otobüse atladığım gibi Edirne’ye gidiyorum. “İlişiğimi kestirmek için geldim.” diyorum. Kafamı karıştırıyorlar, “İlişiğini kesersen bir daha seni buraya alamayız, bir sorun çıkarsa okuma hakkını kaybedersin.” İçime kurt düşüyor. İstanbul’a geri dönüyorum. Şef Hanımı tekrar buluyorum. Kadın beni görür görmez, “İlişiğini kestiğini gösteren belgeyi ver, gerekli işlemleri yapalım.” diyor. Edirne’de yaşadıklarımı anlatıyorum; uzun uzun gülüyor. “Korkma” diyor, “Burası seni kabul etti, açıkta kalma, okuma şansını kaybetme gibi bir durum söz konusu değil.”
Bir kere daha Edirne’ye gidiyorum, yine aynı teraneleri okumaya başlıyorlar. “Ben ilişiğimi kesmeye geldim.” diyorum bu sefer kesin bir dille. Belgemi alıp İstanbul’a dönmem ve yeni okuluma kaydımı yaptırmam uzun sürmüyor. Bu arada öğrenci işleri şefi beni iyiden iyiye tanıyor ve her karşılaşmamızda tebessümle bakıyoruz birbirimize.
…
Uzun bir koşuşturmanın ardından İstanbullu oluyorum nihayet.
Büyük şehir, büyük okul, büyük sınıf (anfi), büyük hocalar aman Allah’ım neydi o ilk günlerin telaşı, o da sonraki yazıya kalsın.
Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar Gösterim: 2063 | E-posta
|