Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
İstanbul mektebinde okumak
Cumartesi, 19 Temmuz 2014

      Yıllarca rüyalarımı ve hayallerimi süsleyen bir dosta kavuşmanın heyecanını duya duya geldim İstanbul’a. Nasıl anlatılır vuslatın kalpte mavi mavi çiçek açması ve nasıl aktarılır bütün bunlar imge imge satırlara? Hele hele ilk günlerin heyecanı, her ‘an’ıyla sonsuzluğa kazınan figürler gibi zihnimde hâlâ canlı.

      Ne demiştik ilk yazıda? Büyük şehir, büyük okul, büyük sınıf (anfi) ve büyük hocalar. Edirne’de, hayatımda tanıdığım ilk profesör olan Necmettin Hacıeminoğlu’na yeni hocalar, yeni yüzler eklenmişti İstanbul’da adını bir çırpıda sayabileceğim: Ömer Faruk Akün, Kemal Yavuz, Necat Birinci, Kâzım Yetiş, Mertol Tulum, Ali Alparslan, Nuri Yüce, Osman Fikri Sertkaya, Şeyma Güngör, Muhammet Yelten, Kemal Eraslan, S. Mahmut Kaşgarlı. Bu isimler İstanbul’a geldiğim ilk yıl dersime giren hocalardı. Ne yalan söyleyeyim, İstanbul’a gelmeden önce adını en çok duyduğum ve kendisini görmeyi en çok istediğim insan Muharrem Ergin’di. Rahmetli olmadan kısa süre önce bölüm koridorunda karşılaştığım hocamın elini öpmüştüm ve hocamla aramızda şu anda buraya yazmak istemediğim bir konuşma geçmişti. İşte o zaman anladım ki Hoca beni tanıyor, biliyor, seviyor. Çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Bir kış günü Beyazıt Camiinden kaldırılan cenazesinde tevâfuken ben de bulundum. Bu cenaze namazını hiç unutmuyorum. Hocanın naşı başında din görevlisinin yaptığı hikmet dolu konuşma… İsterseniz bu konuşmanın hikâyesini yazının sonuna bırakalım.

      Bölümde tanıdığım ilk insan Eskişehirli Davut Kurt oluyor. Bu sessiz, sakin, beyefendi dostumun gözüyle bakıyorum bir süre sınıfa, bölüme, derslere. Sonra halka yavaş yavaş genişliyor ve dostluklarına demir atacağım güzel insanlarla karşılaşıyorum, o günden sonra hayatımdan çıkmayan. (Gerçi bir kısmını uzun zamandır sadece rüyalarımızda görüyoruz ama!) (Halim Kara, Muhittin Doğan, Ali Şükrü Çoruk, Mustafa İlhan, Ramiz Kat, Nuri Sağlam, Zeki Gezer, Yunus Balcı, Mehmet Mamaş, İbrahim Gültekin, Levent Bilgi, Süleyman Ocakçı, Mustafa Şen, Cafer Akman, Ruşen Deniz, Mahmut Aksüt, Ahmet Şefik Şenlik, İslam Ürkmez, Ömer Erdem…) İlk günlerin heyecanı geçmek üzereyken, benden birkaç hafta sonra bir sınıf arkadaşım daha İstanbul’a yatay geçiş yapıyor. Hâsılı peşimi bırakmıyor Mustafa Balcı.

      Tanıdığım ilk Hoca o zaman hem araştırma görevlisi hem de sınıf danışmanımız olan Fatih Andı oluyor. Bürokratik ve resmi prosedürler bizi sık sık yüz yüze getiriyor. Bir raddeden sonra “yine mi sen geldin” bakışları yansıyor yüzüme Hocam’dan. Çok zeki bir insan Fatih Hoca, ben cümlemi bitirmeden ne soracağımı anlıyor ve bana tek kelimelik cevaplar veriyor. Teyit etmek istiyorum, yine kısa kesiyor. Hatta bir keresinde zemin kattaki kantinin önünde (Hergele meydanının önü) karşılaşıyoruz, bir şeyler sormak istiyorum, hem hızlı hızlı yürüyor, hem de kısa kısa, kesik kesik cevaplar veriyor. “Burada da mı sen!” tavrı. Dayanamıyorum kolundan hafifçe tutuyorum, “Hocam, bir dakika dursanız ve benimle öyle konuşsanız günah mı olur, ne dediğinizi anlamıyorum.” diyorum. Önce gülüyor, sonra sorduğum sorulara tane tane cevaplar veriyor, oh diyorum içimden, şimdi anladım. Teşekkür ediyorum. Sonra “abi”miz oluyor Fatih Bey, sosyal, kültürel ve eğitim hayatında tam anlamıyla danışmanımız, akademik hayatta örnek aldığımız, gıpta ettiğimiz insan. Elbette Hayati Develi ve Musa Duman ile birlikte. Bu üç hocamın benim ve arkadaşlarımın hayatındaki yeri her zaman ayrı olmuştur.

      Ders kaydı yaptıracağız. Yüz yirmiden fazla öğrenci, anfi tıkım tıklım dolu, Fatih Hoca zorunlu ve zorunlu seçmeli dersleri tahtaya yazıyor. Tek tek ilgileniyor bizimle. Zekasına, pratikliğine ve sabrına bir kere daha hayran oluyorum . Ama bir şey var ki kafamı kurcalıyor, seçmeli ders yok bu derslerin arasında. Evet, bizim hiç seçmeli dersimiz olmadı.

      Bir süre, sınıfta “öteki”yim, “yabancı”yım, “yaban”ım. Kimsenin umurunda değilim. “Sen de nereden çıktın arkadaş!” bakışları fırlatılıyor yüzüme sürekli. İnadına kendimi göstermek, “ben de buradayım” demek istiyorum ama kolay olmuyor bu. Bilenler bilir, üniversitelerde ilk yıl sınıflar kırk parçaya bölünür, dostluklar kurulur, taksimatlar yapılır, saflar belirlenir. Bu kastları sonraki yıllarda kırmak çok da kolay değildir. Oluşumunu tamamlamış bir guruba dışarıdan yeni birinin girmesi de kırk tane vizeye bağlıdır.

Edirne’de alıştığım sıcak yüzler yok burada, bunu anlıyor ve bu durumu yavaş yavaş kabulleniyorum. Havayı ve yüzleri ben kendim ısıtmak zorundayım, bunun farkındayım. İstanbul’u seven asık ve sorgulayan yüzlere katlanır.

      Tam da bu günlere rastlıyor Osman Fikri Sertkaya ile sınıfta yaşadığımız tatlı atışma. Hoca yine yıldızlardan konuşuyor biz yerdeki zavallı öğrencilere, fanilere. Aman Allah’ım o ne tepeden bakış. Ezdikçe eziyor bizi, sınıf sessizlikten cinnet geçirecek. Sözü bize getiriyor sonunda, “içinizde” diyor “bir beyiti doğru dürüst okuyacak tek öğrenci yoktur.” Sağıma bakıyorum ses yok, soluma bakıyorum yine ses yok. Edirne’de Necmettin Hacıeminoğlu’na istediği her soruyu rahatlıkla soran ve sorduğu sorulara hep güzel, zarif cevaplar alan ben, bu aşağılamaya cevap vermeyi bir görev addediyorum:

-“O kadar da değil Hocam!”

      Bütün sınıf, biraz sonra azgın bir boğanın boynuzlarıyla paramparça edeceği matadora bakar gibi acıyan gözlerle bakıyor bana. Ama ben aksine çok rahatım. Durumun hassasiyetinin farkında değilim, çünkü Hoca’yı tanımıyorum. Cevabım duyulur duyulmaz; “Kim o?” sesi yükseliyor. “Benim!” diyor ve ekliyorum; “Ben size bir beyit değil Yahya Kemal’den bir gazel okumak istiyorum!” Daha cümlem bitmeden “Oku bakalım!” cevabı geliyor. Başlıyorum Yahya Kemal’den “Gedik Ahmet Paşa’ya Gazel”i okumaya… (Süreyya Beyzadeoğlu’nun merakımı cezbederek bana ezberlettiği şiir) Bir kahkaya atıyor o gülmez denilen Sertkaya, bu sefer sınıfın huzurunda pazarlığa başlıyoruz. “Şeyhi’den bir beyit oku, sana kitap hediye edeceğim.” Harname’den beyit okumayı gururuma yediremiyorum. “Fuzuli’den okuyayım” diyorum, “Olmaz!” diyor, Baki, Hayali, Nedim, Şeyh Galip, Taşlıcalı Yahya, Ahmet Paşa, Necati, Bağdatlı Ruhi… yirmiye yakın şair adı sayıyorum, hem gülüyor, hem ‘’olmazzzz’’ diyor Hoca… Bizim kitap gidiyor tabiî. Ama bütün sınıf o dersten sonra beni tanıyor. “Hoş geldin” mesajları almaya başlıyorum birçok gözden, birçok sıcak yüzden. “Hoş bulduk” diyorum memnun bir halet-i ruhiye ile.

      Tekrar Ergin Hocamızı ebedi âleme uğurladığımız o soğuk kış gününe dönelim. Cami takım elbiseli, kravatlı, eli çantalı, şemsiyeli insanlarla dolu. Duyan gelmiş hocaların hocasını uğurlamaya. Kütüphaneye gazete taramaya gelmiştim Beyazıt’a, ama ölüm bilimin önüne geçmişti bugün. Hocama karşı son görevimi yerine getirmek için camideki yerimi aldım. Namaz öncesi kürsüde konuşan vaiz çok gergindi. Cemaati sürekli uyarıyordu: “Lütfen, herkes çantasına, cüzdanına, ayakkabısına, şemsiyesine, dikkat etsin, mesuliyet kabul etmeyiz…” Aynı cümle ısrarla tekrarlanıp duruyor…

      Vakit namazı kılındıktan sonra hocanın naşı önünde toplanıyoruz. Bir din görevlisi tabutun önüne geliyor hem helallik alıyor hem de hikmetli kısa bir konuşma yapıyor. Tok sesiyle önce “kültürümüze, dilimize, edebiyatımıza ömrünü adayan bir değerimizi daha kaybettik, bir kişi daha eksildik…” diyor ve baş sağlığı diliyor cemaate.

      Sonra konuyu namaz öncesi yapılan ve çok da sevimli olmayan ikazlara getiriyor. Ölüm duygusunun hassaslaştırdığı yüreğim hiç unutmuyor o sözleri:

      “Atalarımız sefere giderken veya seferden dönerken geçtikleri yerlerde, olur ya canları çekerse, kopardıkları bir salkım üzümün yerine bir altın bırakırlarmış. Bu kadar hassasmış onların kul hakkı terazileri. Şimdi biz, bir âlimin cenazesine gelen insanları, hem de Allah’ın evinde, defalarca uyarmak zorunda kalıyoruz. Malınıza sahip çıkın, mesuliyet kabul etmeyiz, diyoruz. Allah’ım ne günlere geldik, senin evinde bile birbirimizden emin değiliz!”

      Sene 1995. Aradan yirmi seneye yakın bir zaman geçmiş. Ama bu ateşten sözler hâlâ zihnimde ter ü taze.


Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 2986 | E-posta

Yorumlar (3)
RSS Yorumlar
1. 19-07-2014 12:15
Meral
Burnumun direği sızladı diyen atalarımızın söylemek istediğini bugün çok daha iyi anladım.
Yazar Ayşe (Misafir)
2. 19-07-2014 12:26
Meral
Güzel günlerdi, kendi adıma vefasızlık örneği sergilediğimi düşünüyorum.Sonradan gidip hiçbir hocamızın elini öpemedik.Hoş birkaç kez okula uğrayıp teşebbüste bulundum ama sadece yaz tatilinde gidebildiğim için kimseleri göremedim.Bir kaç kez de üniversitenin mail adresine mesaj yazmıştım öğretmenler gününde...Bu kadar köklü bir ailenin arada biraraya gelip anılarını tazalemesi, yeni birikimlerini paylaşması vatana, millete hayırlı olurdu.Gel gelelim yılda bir kez bile buluşulan o pilav günlerinden dahi yapamadık.Selam veren borçlu çıkmazdı bize amma...
Yazar Ayşe (Misafir)
3. 20-07-2014 11:23
teşekkür
teşekkür ederim ayşe kardeş. geçmişi hayırla yad etmeye çalışıyoruz. inşallah bizi de eden olur.
Yazar m dayanç (Misafir)

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.