Ne güzel der Faruk Nafiz, ilk defa gurbete çıkmanın heyecanıyla kaleme aldığı “Han Duvarları” adlı şiirde;
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık.
…
Benim için ilk gün, ilk ders, ilk yoklama, ilk tahta-masa buluşması, ilk tebeşir tozu.
Öğrenciler için de öyle. Yeni şehir, yeni okul, yeni sınıf, yeni arkadaşlar, yeni hocalar, yeni kitaplar, belki de yeni bir hayat.
…
İlk defa derse giriyormuşum gibi heyecanlı, gergin ve tedirginim. Öğrencilerin zihninde ve gönlünde ilk izlenimlerin ne kadar önemli ve değerli olduğunu biliyorum. Her zaman olduğu gibi hedefim, onlara edebiyatın güzelliklerini hissettirmek, şiirlerle, anekdotlarla, esprilerle/nüktelerle onları rahatlatmak bu ilk derste. Vermek istediğim ana mesaj, “biz de insanız ve sizin geçtiğiniz bu yollardan biz de geçtik.”
…
Edebiyatı seçmenin bile başlı başına bir kahramanlık olduğuna vurgu yapıyorum önce. Her şeyin parayla ve maddeyle ölçüldüğü günümüzde sadece bu tercihin bile çok kıymetli olduğunu tekrar tekrar vurguluyorum peşi sıra. Ardından, en büyük hayalimi öğrencilerimin kulağına fısıldıyorum, “ben de” diyorum “edebiyatta sizin kahramanlarınızdan biri olmak istiyorum.”
…
Sığ ve bölünmüş bir algı dünyasıyla geldiklerini biliyorum zira. Necip Fazılcılar-Nazım Hikmetçiler; Tevfik Fikretçiler-Mehmet Akifçiler; Yahya Kemalciler-Ahmet Haşimciler, Tarık Buğracılar-Yaşar Kemalciler; Sait Faikçiler-Memduh Şevketçiler bu parçalanmış zihin ve düşünce dünyalarının ilk akla gelen örnekleri. Bütün bu kalıp ve duvarları kırmak için, “ben şair sever değil, şiir severim” diyorum ve ekliyorum, “romancı sever değil, roman severim”; “öykücü sever değil, öykü severim”; “denemeci sever değil, deneme severim”; tiyatrocu sever değil, tiyatro severim.”
Anlıyorlar ne demek istediğimi ve yavaş yavaş bir rahatlık doluyor sınıfa. Bunu, peş peşe gelen sorulardan anlıyorum. Hem de ne sorular.
…
Yukarıda kısaca değinip geçtiğimiz ön yargılara örnek olabilecek bir soru hem de, açık, anlaşılır cevap beklentisiyle dersin hocasına soruluyor çok da geç kalınmadan: Hocam sanat sanat için midir yoksa halk için midir?
“Elbette sanat halk içindir” veya “elbette sanat sanat içindir” gibi açık ve tartışmaya mahal bırakmayacak bir tavırla cevap vereceğimi uman öğrenciler ben biraz tereddüt edince şaşırıyorlar.
“Bu soruya başka bir soruyla cevap verebilir miyim?” diyorum. Pek işlerine gelmiyor ama hoca olmanın bütün avantajlarını kullanarak dediğimi yapıyorum: İnsan doymak için mi yemek yer; tad almak için mi, değişik lezzetlerin farkına varmak için mi?
Sonra biraz açıyorum konuyu, “tarladasınız, çalışıyorsunuz, üstünüz başınız toprağa bulanmış, ne yaparsınız, çıkınınızdan domatesi, biberi, zeytini, peyniri, kuru soğanı çıkarır, yakında bir göze/pınar varsa onun yanına gider, yere bir örtü serer, afiyetle... Öyle mi, öyle.”
“Akşama kadar bir şey yemeye fırsat bulamamışsınız, kalkmak üzere olan günün son trenine binmeden hemen önce gözünüze bir simitçi çarpıyor, zar-zor bir simit alıp ayağınızı vagona zor atıyorsunuz, afiyetle…”
Veya;
“Seneler seneler sonra bir dostunuz sizi ziyarete gelmiş, cebinizde paranız da var zamanınız da, karnınız acıktığında şehrin en nefis, en â’lâ lokantasına/restaurantına gidiyorsunuz ve masayı, mezelerle, salatalarla, tatlılarla, soğuk ve sıcak içeceklerle donatıyorsunuz. Sohbetin ve muhabbetin katığı, tanığı oluyor masadaki yiyecekler, içecekler. Evet, karnınız doyuyor, ama gönlünüz haza, damağınız tada batıyor aynı zamanda.”
“Bir bayram sabahı, bütün aile bir araya toplanmış, kahvaltı yapılacak. Yiyecekler sofrada yer kapabilmek/alabilmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlar. İç içe geçerek, diz dize yürek yüreğe oturarak bayramı duyumsuyorsunuz kocaman bir aile daracık bir kahvaltı masasında/sofrasında. Öylesine zengin ki menü kendisini ziyaret edemediğiniz tabaklar bile oluyor masa üzerinde kahvaltı süresince...”
Örnekler örnekleri kovalıyor ve sonunda diyorum ki “elbette ikisi de sonuçta doymak için yapılan yeme-içme faaliyetidir, ama arada nitelik farkı vardır, nicelik farkı vardır, zaman farkı vardır, imkân farkı vardır…”
…
Elbette şunu da unutmamak lâzım ki bazen tarlada/bahçede yediğimiz soğan ekmekte bulduğumuz tadı, şehrin hiçbir yemekhanesinde/kafesinde/pastanesinde bulamayız. Öyle zamanlar olur ki hiç bir süslü masa ruhumuzu doyurmaz, doyuramaz.
…
Sonra dönüyorum daha edebiyata ilk adımını atan öğrencime, “evlat” diyorum, “sanat niçinmiş?”
“Elbette halk içindir hocam” diyor.
…
“İşin var diyorum” içimden kendi kendime, evde bana büyük bir keyif, özen ve samimiyetle hazırlanmış masada yemeğimi yerken, “işin var”.
Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar Gösterim: 2249 | E-posta
|