Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
Baba, bu kitapların hepsini okudun mu?
Cuma, 24 Ekim 2014

       Herkes ekmeğini taştan, topraktan çıkarır biz kitaptan çıkarıyoruz. Önümüz arkamız, sağımız solumuz kitap. Oturduğumuz masa kitap dolu, yanımızdaki ve karşımızdaki raflar öyle, keza çantamız, bavulumuz, çıkınımız, paltomuzun iç cepleri de.

       Durum bu minval üzere olunca odamızda binlerce kitabın içine batmış otururken bizi görenler, hemen o çok bilinen alışılmış soruyu soruyorlar: “Hocam bu kadar kitabı okudunuz mu?”

       Soru sormak bir sanattır aslında, gerçeğe giden en kestirme yoldur akıllı insanlar için. Çünkü sorduğunuz soru, başka hiçbir şey söylemenize mahal bırakmadan boyunuzun, çapınızın ölçüsü hakkında bir fikir veriverir karşınızdakilere. Ama aynı soruyu biricik kızım sorunca işin rengi değişti. “Yoo, ben kitapları beraber yaşamak için alıyorum; hatta bazılarını sadece elimin altında bulundurmak, seyretmek; bir kısmını da odamda, masamda, dolabımda bir süre dinlendirmek için ediniyorum” gibi cevaplar bizim cadıyı tatmin etmez bunu biliyorum. Daha farklı, ikna edici yöntemler bulmak, geliştirmek zorundayım. Çok geçmeden şimşekler çakmaya başlıyor zihnimde. “Kızım” diyorum “soruna bir soruyla cevap verebilir miyim?” Her zamanki muzipliğiyle “Eee, hadi bakalım” diyor, göreceğiz bu sefer nasıl bir hikâye uyduracaksın diyen gözleriyle.

      Bir başka şehirden veya bir başka kutuptan, gezegenden bir dostunun geldiğini düşün. Onu da yanına alıp çarşıda-pazarda uzun uzun dolaşıyorsunuz. Yüzlerce, binlerce insanla yüz yüze geliyorsunuz. Kimisi sadece yanınızdan geçiyor, kimisiyle aynı arabada/tramvayda yolculuk yapıyorsunuz, kimisiyle aynı mekânda kahve-çay içiyorsunuz. Ama bu arada çocukluktan, ilkokuldan, ortaokuldan, liseden arkadaşlarınla-dostlarınla da karşılaşıyorsunuz, tabii olarak duruyor bir müddet bunlarla konuşuyorsunuz, geçmişe yolculuk yapıyorsunuz. Hatta bu dostlarını misafirinle de tanıştırıyorsun.

       Kızım “uzattın baba” diyor “konuya gel”. “Geleceğim acele etme” diyorum. Sabır öğrenmek, anlamak için olmazsa olmaz ilk şarttır, diye de ekliyorum.

      Güzel geçen bir günün sonunda hiç ummadığın bir anda, misafirin, sana dönüyor ve soruyor: “Dostum, sen bu şehirde yaşayan herkesi tanıyor musun?” Önce şaşırıyorsun böyle bir soruyla karşılaştığın için, ama soru ne kadar şaşırtıcı ve çocukça olsa da karşındaki insan bunu bütün içtenliğiyle, saflığıyla sormuş; konuşmak, ona bir şeyler anlatmak zorunda hissediyorsun kendini.

       Gözünü gözünden, yüzünü yüzünden ayırmayan dostuna başlıyorsun anlatmaya: Burada yaşayan insanlar, uzun süre aynı şehirde nefes alıp verdiğimiz için doğal olarak benim hemşerilerimdir. Şehir dışına çıktığımda belki de en çabuk kanımın ısınacağı insanlar bunlardır. Çünkü aynı havayı teneffüs ettiğim, aynı yolları arşınladığım, aynı sokak ve mahallelerde dolaştığım, aynı gar ve terminallerde sevdiklerimi beklediğim bu insanlarla biraz kurcalayınca birçok ortak noktamın olduğunu bilirim. Fakat bir insanın binlerce, on binlerce, yüz binlerce insandan oluşan bir şehri bütünüyle tanıması mümkün olmadığı gibi, gerekli de değildir.

       “Anladım” diyor kızım “anladım”, ama konuşmaya başlamışken ve söz hazır bana geçmişken konuşmaya devam ediyorum:

       Bu şehirde, canımız ciğerimiz olan annemiz babamız yaşar, kardeşlerimiz yaşar. Onlar hayatımızın tam ortasındadır. Hatta hayat onlarla güzel, onlarla anlamlıdır. “Okul arkadaşlarım” diyor kızım, “evet” diyorum, “ilkokuldan beri biriktirdiğimiz, can parelerimiz, sevinç ve hüzün köşelerimiz.” Öğretmenlerimiz, belediye otobüsü, dolmuş ve okul servisini kullanan şoförlerimiz ve dahi simitçimiz, sütçümüz, dondurmacımız, kebapçımız, pazarcı amcalar…

       Sonra apartmanda karşılaştığımız, asansörde aynı havayı solukladığımız, adlarını bilmediğimiz ama yüzleri bize tanımlanmış insanlar. Açık açık söyleyeyim, “ayıp olmasın diye selam verdiklerimiz”. Bakkal, manav, kırtasiyeci; bayramdan bayrama gördüklerimizden tutun tatilden tatile karşılaştıklarımız…

       Konuştukça konuşuyor, anlattıkça anlatıyorum. Aslında anlaşıldığını bildiğim hâlde bir de kelimelerle giydiriyorum, süslüyorum söylediklerimi. “Hayatımızın anlamı olan insanlar olduğu gibi hayatımıza değer ve anlam katan kitaplar vardır. Her şeyimizi borçlu olduğumuz, başköşeye koyduğumuz, duvarımıza astığımız, yastığımızın kenarına bıraktığımız. İhtiyaç duyduğumuzda kapılarını çaldığımız insanlar olduğu gibi lâzım olduklarında açıp baktığımız (ansiklopediler, antolojiler, rüya tabirleri, Osmanlı ve dünya tarihleri, test/yemek kitapları…) kitaplar vardır.”

       Bazen niçin tanıdığımızı bile bilmediğimiz insanlar olduğu gibi, kütüphanemize nereden geldiğini bilmediğimiz kitaplar da olabilir, atmaya kıyamadığımız, sadece yer dolduran, raf süsleyen.

       Mesele anlaşılmıştı. Defalarca okuduğumuz, elimizden düşürmediğimiz, kütüphanemizi değerli kılan kitaplar olduğu gibi, yıllarca yüzüne bakmadığımız kitaplar da vardı, modası geçmiş, sayfaları yaslı.

İlk sayfası imzalı kitaplardan bahsettim, dostlarımın hediye ettiklerinden dem vurdum, aylarca para biriktirerek satın alabildiklerimden fasıllar açtım. Her kitabın ayrı ayrı hikâyesi vardı bende, anlamıştı kızım. Anlamıştı kızım, kitaplar ve insanlar biriktirdiğimi.

       Kendilerinden bahsetmeyi unuttuğum kırk çeşit sözlüğüm bana kırgın kırgın bakıyorlardı. “Haklısınız” dedim onlara, “siz olmasaydınız ben nasıl çıkardım bu kadar bilinmezin/muammanın içinden.” Kötü kötü baktım on yılımı çalan İngilizce-Türkçe sözlüğe ve hatta dayanamadım, “sen sus” dedim.

       Biyografiler, otobiyografiler, monografiler, destanlar, şiirler, romanlar, hikâyeler, tiyatrolar, denemeler, mülakatlar, eleştiriler biz de buradayız, deme yarışına girmişlerde kendi dillerince, kendi meşreplerince.

...

       Peşi sıra bir Baudelaire sıkıntısı-melâli sardı bütün ruhumu.

       Hakikaten ben bu kitapların bir tanesini olsun okumuş muydum? Anlamış mıydım? Hayatıma mal etmiş miydim? Geçici ve edebî/ebedî hayatımın merkezine yerleştirdiklerim de var mıydı bunların içinde? Sokak/gaz lambası ve mum ışığında okuduklarımın yerini tutmuş muydu sonradan aldıklarım?

       Ve dünya, okunmayı bekleyen, anlaşılmayı uman insanlar kitaphanesi değilse başka nedir?


Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 2850 | E-posta

İlk Yorumu Siz Yazın
RSS Yorumlar

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.