Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
Paşa Babanın Miralay Oğlu
Cuma, 27 Şubat 2015

Popüler ve güncel edebiyat, bünyesinde estetik emek, dil ve üslup inceliği ile tarihsel gerçeklik unsurlarını barındıran nitelikli eserlere ilgiyi öldürdü. Bırakın diğer olmazsa olmazları daha dili olgunlaşmamış birçok insan ben yazar’ım diyerek kitapçı vitrinlerinde yer kaplıyor, âlem-i edebiyatta arz-ı endâm ediyor. Reklamları da yapılıyor bunların, mebzul miktarda müşterileri de var. O halde bu konuda bize susmak düşüyor.

Sözü getirmek istediğim nokta günümüzdeki “Tanzimat Devri Edebiyatı” algısı. Diğer edebiyat dönemleri gibi bu dönemi de ne hakkıyla anlayabiliyor-anlamlandırabiliyor ne de gerektiği gibi anlatabiliyoruz. İçeriğinin ele alınışındaki subjektifliği boşverin, adı bile tam oturmamış bu devr-i teceddüdün. Yıllar önce, akademik unvan bağlamında zirveye çıkmış bir meslektaşım kulağıma bir soru fısıldamıştı: “Tanzimat Devri Edebiyatı” bir yıl üzerinde durulacak kadar önemli mi? diye. Allak bullak olmuştum, inanın nasıl-ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.

“Tanzimat Devri Edebiyatı” çalışmalarının küçük bir kısmına dahi göz atmak, bu dönemle ilgili olarak araştırmacıların zihinlerinin ne kadar bölük pörçük ve güdümlü olduğunu göstermeye yeter de artar bile.

Yenilikleri ve “ilk”leri öne çıkaranlar daha çok Şinasi’ye yönelirler. Hamaset edebiyatı ile bazı modern kavramların geçmişteki izlerini takip edenler Namık Kemal deyip kesip atarlar. Romandan hareketle sosyolojik veri toplama telaşına düşenlerin gözü Ahmet Mithat Efendi’den başkasını görmez. Ne yalan söyleyeyim aynı hastalık bende de var. Ben de hiç düşünmeden Ziya Paşa derim. Çünkü bana göre, Tanzimat’ın tek şairi Ziya Paşa’dır. Hayallerine şiirden ve hikmetten elbiseler giydirmeyi sadece o başarmıştır bu süreçte.

Devam edelim.

Şinasi zeki, kurnaz, ketum ve akılcıdır, bu yüzden ömrü boyunca sürgün denen kuyuya hiç düşmez. Namık Kemal, bağırarak düşünür, sır saklamayı beceremez ve biraz da bu yüzden başı beladan hiç kurtulmaz. Başlangıçtaki hatalarından ders çıkaran (!) Ahmet Mithat Efendi riske girmemeyi öğrenir ve zamanla her devrin adamı olur.

 

Ya Ziya Paşa?

Hikmet terazisini beynine ve kalbine kurmuş hırslı bir Tanzimat aydını ve devlet adamıdır o. İçindeki sadrazam olma ateşi hiç sönmez. Bu istek onun dünyadaki imtihanına dönüşür. Ne diyelim, insanı insan yapan asaleti kadar zaafları da değil midir?

Ziya Paşa’yı anlama ve tanımada elimizden tutan temel eserlerden biri, Ebuzziya Tevfik’in Yeni Osmanlılar -İmparatorluğun Son Dönemindeki Genç Türkler- (Pegasus Yayınları, İstanbul 2006) adlı çalışması. Birçok araştırmacı tarafından Osmanlı Devleti’nin ilk aydın hareketi-örgütlü muhalefeti olarak kabul edilen Yeni Osmanlılar, İstanbul Belgrad Ormanı’ndaki ilk toplantıları dışarıda tutulursa, 1867 yılında Mustafa Fazıl Paşa’nın maddî ve manevî destekleriyle Paris’te kurulur.

Paris basamağından bir adım önce İstanbul’a haber uçuran Mustafa Fazıl Paşa, bu şehirdeki adamlarına (Mösyö Sakakini) Ziya Paşa ve Namık Kemal’in sosyal ve ekonomik durumlarını araştırtır. Bu araştırma sonucunda, Ziya Paşa’nın büyük ve ataerkil, Namık Kemal’in ise küçük ve çekirdek bir aileye sahip oldukları gerçeği ortaya çıkar. Birbirine çok da benzemeyen bu ailelere, bu iki yazar Paris’e gider gitmez, maddi yardımda bulunulur. İki aile için takdir edilen paralar arasındaki uçurum dikkatlerden kaçmaz. Ziya Paşa’nın ailesine yirmi bin, Namık Kemal’in ailesine on bin frank yardım yapılmıştır. (s. 61)

Bu iki dostun paraya/maddiyata verdikleri önemi dolaylı olarak da olsa gösteren, zihnimizi biraz daha berraklaştıran bir başka örneğe Paris’te rastlıyoruz. Anlatan yine Ebuzziya Tevfik’tir.

Mustafa Fazıl Paşa, Paris’teki yayın faaliyetlerini finanse etmek için bir yardım sandığı kurar ve bu iş için iki yüz elli bin frank ayırır. Amaç, dizgi, baskı ve posta masraflarının, herhangi bir maddi zorluğa maruz kalmadan muntazaman karşılanmasına zemin hazırlamaktır. Ayrıca, yapılan masraflar Mösyö Sakakini tarafından tespit edilecek, bu miktar sandığa tekrar konulacak ve böylece sandıktaki para eksilmeden olduğu gibi muhafaza edilecektir. Sandığın yönetim işlerinden Ziya Paşa sorumlu olacaktır.

Mustafa Fazıl Paşa’nın davetiyle bir araya toplanan bu insanlara her ayın başında Paris ve Londra bankalarından -çek karşılığında- maaş ödenir. Her ay başında ödenen bu maaşların miktarına baktığımızda Ziya Paşa ile ilgili zihnimizde yukarıda tohumu atılan bilgi/şüphe kırıntıları biraz daha büyür: Zira, Ziya Bey üç bin, Namık Kemal Bey ile Rıfat Bey ikişer bin, Agâh Efendi ile Ali Suavi bin beş yüz, bunlar dışındakiler ise biner frank maaş almaktadırlar. Ailelere yapılan maddi yardımda olduğu gibi maaş bahsinde de Ziya Bey ilk sıradadır ve imtiyazlıdır. (s. 131)

(Burada bir parantez açarak, Tanzimat Devrinde birçok sanatçıda görülen ikircil davranışlara Ziya Paşa’da da rastlandığını söylemekte yarar var. Paşa’nın halk edebiyatı ile ilgili görüşlerinden çark etmesinden sonra Namık Kemal’in bu şahsa yönelttiği eleştiriler bu durumun bir delili olarak gösterilebilir.

Ayrıca, Mustafa Fazıl Paşa’nın padişaha yakınlaşmasının akabinde Ziya Paşa’nın velinimetiyle arasına mesafe koymasını, ama çok zaman geçmeden kendisine yeni bir velinimet bulmasını, Mısır Hidivi İsmail Paşa’ya yakınlaşmasını nasıl unuturuz? İsmail Paşa’nın yardımları yeterli bulunmuş olacak ki yardım sandığındaki iki yüz elli bin frank da Mustafa Fazıl’a iade edilir. Hâsılı Ziya Paşa, şiiriyle de mizacıyla da tam bir şarklıdır.)

Haksızlık etmek istemeyiz ama zihnimizde canlanan düşünceyi burada sizinle paylaşmak isteriz: Ziya Paşa az da olsa paraya karşı zaafı olan bir insandır. Aşağıdaki anekdot zihinlerimizin biraz daha gerçeğe yol almasına neden olursa ne mutlu bize.

 

Zaaftan Asalete

Ziya Paşa, valilik görevlerinde gösterdiği başarılarla döneminde fenomen haline gelmiş bir devlet adamıdır da. Nazım Hikmet’in dedesi Nazım Paşa, 1878-1880 yılları arasında, Ziya Paşa’nın vali olarak bulunduğu Adana’dadır ve Ziya Paşa’nın mektupçusudur.

Nazım Paşa bir gün Ziya Paşa’yı evinde ziyaret eder. Sofralar kurulur, yemekler yenir. Sohbet esnasında Paşa, üç gün önce başından geçen -ki o günler Ziya Paşa’nın ekonomik sıkıntılar yaşadığı bir zaman dilimine denk gelir- bir hadiseyi Nazım Paşa’yla paylaşır. Bu olay, memleket sınırları içindeki yabancıların ve özellikle misyonerlerin durumunu, Ziya Paşa’nın mizacını göstermesi bakımından ilgi çekicidir.

Ziya Paşa’nın Nazım Paşa’ya anlattıklarını beraber dinleyelim:

 

-Üç gün evvel yalnızdım. Zaten ehibba (dostlar) bugünlerde bizi arayıp sormaz oldular. Öğle yemeğinden sonra, gene şu sedire oturmuş, kısa bir zaman içinde başımdan geçenleri düşünüyordum. Bu tefekkürüm ne kadar sürdü bilmem. Şapkalı bir mösyönün beni görmek istediğini haber verdiler.

-Buyursun, dedim.

Bir dakika sonra odadan içeri üstü başı temiz, şapkalı bir zat girdi. Şapkasını çıkardı. Şimdi, şu sizin oturduğunuz iskemlede kendisine yer gösterdim. Oturdu. Sanki benimle kırk yıllık ahbapmış gibi nevâzişli (iltifat eden) tebessümlerle yüzüme bakıyor, tek söz söylemiyordu. Anlaşılan Türkçe bilmiyor, dedim. Fransızca olarak kendisine sebeb-i ziyaretini sordum. Fakat ve mine’l-garaip (şaşılacak şey), mösyö bana temiz bir İstanbul şivesiyle:

-Türkçe lisanına âşinâyım efendim, dedi.

Ben de bu sefer, Türkçe olarak:

-Sebeb-i ziyaretinizi sorabilir miyim efendim, diye birinci sualimi tekrar ettim.

Herif gene suratıma o nevâzişli, mürai (iki yüzlü) tebessümü ile bakarak:

-Efendim, dedi, zatı âlinizin ve âsârınızın (eserlerinizin) hayranıyım, zat-ı âliniz ve âsârınız Memalik-i Osmaniye’de bihakkın (gerektiği gibi) tanınmıştır. Şöhretiniz bize kadar gelmiştir..

Kendimi tutamadım, gayr-ı ihtiyari sordum:

-Siz kimsiniz efendim?

O, hep aynı tebessümle cevap verdi:

-Bendeniz efendim, dedi, misyoner cemiyeti erkânındanım.

Bir misyoner cemiyeti azasının beni ziyaret etmesi büsbütün tuhafıma gitti. Misyonerler hakkında oldukça sarih bir fikrim vardır. Bunların İseviyyeti taammüm ettirmek (Hristiyanlığı yaymak) perdesi altında nasıl maddî menfaatlere vasıta olduklarını pekâlâ bilirim. Fakat hiç ses çıkarmadım.

O devam etti:

-Şahsen, dedi. Avrupa ve Asya’da birçok seyahatlerim vardır. Memalik-i Osmaniye’yi baştan aşağıya dolaştım. Memleketinizi çok sevdim. Esasen misyoner cemiyetimiz bütün milel-i şarkiye ile yakından alâkadardır.

Bütün bu söylediklerinden, hâlâ sebeb-i ziyaretini bir türlü anlayamamıştım. Fakat sabrediyordum. Milel-i şarkiyeyi (Doğu milletleri) seven?! papaz efendilerin benden ne istediklerine akıl erdiremiyordum. Birdenbire herif hazin bir tavır aldı:

-Efendim, dedi, son günlerde içinde bulunduğunuz maddî sıkıntı cemiyetimizi fevkalâde müteessir etti. Sizin gibi…

Derhal sözünü kestim:

-Misyoner cenapları, dedim. Hususi hayatım ve vaziyetimle hiçbir kimse ve hiçbir cemiyetin alâkadar olmasını istemem.

Fakat sakalsız papaz sanki bu sözlerimi duymamış gibi sözünde devam etti:

-Kariha-i şahaneden size bağlanan maaşın kesilmesi, sizin gibi bir zatın böyle bakkala, kasaba borçlu olması…

Artık hiddetim geçmişti. Yalnız merak galebe çalmıştı. Bu herif bütün bunları nerden biliyordu? Sordum.

O, mürai tebessümü ile cevap verdi:

-Bize her şey malûmdur efendim…

Gayr-i ihtiyari hayretle bir:

-Yaaaa… demiştim.

-Öyle efendim, dedi. Sizin gibi âlim ve fâzıl bir zatın, memleketinde bu kadar şöhret sahibi olmuş bir edibin, böyle bir vaziyete düşmesi reva mıdır?

Tekrar canım sıkıldı. Bir ecnebinin memleketimin ve şahsımın işleriyle bu neviden bir alâka göstermesi beni sinirlendirdi. Sözünü kestim:

-Misyoner cenapları, dedim. Lütfen sadede geliniz ve sebeb-i ziyaretinizi söyleyiniz…

Oldukça sert bir eda ile söylediğim bu sözler misyonerin üstünde hiçbir tesir icra etmedi. O gene hep o eski soğukkanlılığı ile:

-Cemiyetimiz bazı eserler neşretmiş ve etmektedir, dedi. Bu eserler hakkında fikrinizi öğrenebilir miyim?

-Cemiyetinizin Türkçe lisanı ile neşrettiği âsârı okumadım, dedim.

Bu cevabım üzerine:

-Beis yok efendim, dedi, derhal takdim ederim.

-Bana bunu sormak ve neşriyatınızı vermek için mi geldiniz? dedim.

-Tabiî ki, hayır, efendim, dedi. Yalnız eğer size takdim edeceğim âsârı okursanız bunlarda ilim ve fazileti ile maruf zevatın imzaları olduğunu görürsünüz.

İçimden güldüm. İlim ve fazileti ile meşhur zevatın misyoner neşriyatına imzalarını koyabileceklerine aklım ermedi doğrusu. Fakat renk vermedim.

-Devam buyurunuz, dedim.

Fakat misyoner cenapları sözüne birdenbire devam etmedi. Dudaklarındaki nevâzişli tebessümü bir kat daha müraileşti. Gözlerini gözlerime dikti. Sonra odanın içindeki, şu eski püskü eşyaya baktı. Ve ancak bir iki dakika mürurundan sonra:

-Efendim, dedi. Siz bizim için çok muhterem bir zatsınız.

Gülerek:

-Teşekkür ederim, dedim.

-Estağfurullah efendim, dedi. Emin olunuz ki size cemiyetimiz yalnız samimî hissiyat beslemektedir. Binaenaleyh size mühim miktarda bir maaş ve bir defaya mahsus olmak üzere maaşın on mislini hediye olarak vereceğiz. Siz de bilâ-kayd ü şart (kayıtsız ve şartsız) imzanızı bize vereceksiniz, dedi.

Misyoner herifin bu sözleri fikrimi altüst etti. Herifi hemen kolundan tutup kapı dışarı etmek istedim. Yapamadım. Adeta bağırarak:

-Efendi, dedim, siz birinci defa gördüğünüz, efkârını, ahlâkını bilmediğiniz bir adama böyle ağır bir teklifte bulunmaya nasıl cesaret ediyorsunuz? Sizin gibi sözde Avrupalı bir insanın böyle bir teklifte bulunması insanlar arasında âdâba, milletlere ait hukuk-ı içtimaiyeye (sosyal hukuk) riayet etmemesi caiz midir? Siz beni, paraya dinini, ismini, milliyetini satar bir adam mı zannediyorsunuz? Böyle kötü bir teklifte bulunmak için evime kadar gelmeye nasıl cesaret ettiniz?

Herif alık alık suratıma bakıyordu. Sözünü bitirir bitirmez hemen ayağa kalktı. Elini uzattı. Fakat ben elimi uzatmadım. Bunun üzerine bir tek söz söylemeden defolup gitti. Ne dersin bu işe Nazım Bey?1

Ziya Paşa’nın, evine gelen misafirden bahsederken seçtiği kelimeler hem bireysel anlamda bu misyonere hem de toplumsal bir sorun olarak misyonerlik faaliyetlerine bakışını göstermesi bakımından mühimdir. “Şapkalı bir mösyö” ile “sakalsız bir papaz” nitelemeleri sosyal tarihimiz açısından önemlidir. Paşa, bu metaforik nitelemeleriyle hem konuyu karikatürize etmiş hem de somutlaştırmıştır.

Yazıdaki, Siz beni, paraya dinini, ismini, milliyetini satar bir adam mı zannediyorsunuz? cümlesi Paşa’nın inanç ve duygu dünyasını özetler, yukarıda sorduğumuz soruya da bir nevi cevap olur ve bizi gereksiz söz söyleme zahmetinden kurtarır.

 

Miralay Reşat Bey

Miralay Reşat Bey İstiklal Savaşı komutanlarından ve bir şekilde hepimizin hayatında iz bırakan insanlardan. Onurunu canına tercih eden bu insanın Ziya Paşa’nın oğlu olduğunu Nazan Bekiroğlu’nun bir yazısını okuduktan sonra öğrendim ve uzun süre bu dikkatsizliğime hayıflandım.

Reşat Bey’in, dünya savaş tarihinde örneği az görülecek hikâyesini Bekiroğlu’nun yazısından takip edelim:

Trablusgarp, Balkan cephelerine ve I. Cihan Savaşı’na katılmış Reşat Bey. Bir ara esir düşmüş ve esaretten kurtulur kurtulmaz soluğu Millî Mücadele saflarında almış. İnönü ve Sakarya muharebelerinde bulunmuş. Son görev yeri 57. Alay Komutanlığı olmuş. Büyük taarruzda Çiğiltepe’yi düşmandan temizleme görevi bu askere düşmüş. Kıyasıya mücadeleye giriştiği Yunan Başkomutanı Trikopis’in elinden bir türlü çekip alamamış bu tepeyi. Niçin hedefe ulaşılamadığını telefonda bizzat kendisine soran Mustafa Kemal’e Çiğiltepe’nin yarım saat içinde ele geçirileceği sözünü vermiş. Yarım saatte tepeyi ele geçiremeyince, hâsılı verdiği bu asker sözünü tutamayınca, bir not bırakarak canına kıymış Reşat Bey. Kadere bakın ki ruhunu teslim ettikten kırk beş dakika sonra tepe alınmış. Soyadı kanunundan sonra bu aileye Atatürk tarafından Çiğiltepe soyadı verilmiş.

Babalar ve oğullar metaforu içimde trajik bir hal aldı. Bir yanım ziya’landı bir yanıma çiğil çiğil kar yağdı. Babası da oğlu da imtihanların en ağırına muhatap olmuş. Geriye paşadan miralaya geçen bir asalet kalmış ki dünya durdukça anlatılmaya ve takdir edilmeye devam edecek.

Son söz sözün ustasına yakışır:

 

Bir yerde ki yok nağmeni takdîr edecek gûş,

Tazyî-i nefes eyleme, tebdîl-i makam et.

Susalım. Şimdi tefekkür vakti.

1 Nazım Hikmet’in Büyükbabası Nazım Paşa’nın Anıları (Selanik Vali-i Sabıkı Nazım Paşa’nın Hatıraları), Hazırlayan belli değil, Arba Yayınları, İstanbul 1992, s. 87-91. (Bu kitap, Nazım Hikmet’in Doğumunun 90. Yılı Anısına yayınlanmıştır.)


Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 2991 | E-posta

İlk Yorumu Siz Yazın
RSS Yorumlar

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.