Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
Acının ustası
Çarşamba, 30 Kasım 2016

ACININ USTASI

 

Adana Aladağ’da yanarak ölen yavrulara ithaf


Bugün garîb gönlümün garîb bir melâli var

Memâttan tevahhuşu hayâttan kelâli var!

Yetişti bir hatar-gehe zavallı râh-ı aşkta

Ne gitmeye cesâreti ne durmaya mecâli var!

Yakarsa düştüğü yeri taaccüb etme giryeme

Bilir misin cemâlinin ne âteşîn hayâli var?

Aman ne dil-nişîn belâ, ne tatlı zehr imiş gamın

Ne çekmek isterim ne de geçilmek ihtimâli var!

Gamınla doldu Ekrem’in o şi’rlerle tab’ı kim

Hazin hazin tasavvuru yanık yanık meâli var.



Recaîzâde Mahmut Ekrem’in (1847-1914) “Tegazzülden Geçemem” (Zemzeme III, 1885) adlı yukarıdaki şiirini ayrı severim. Arada olmayı, eşikte kalmayı merkezine koyduğu bu şiirde Ekrem bize, ruh halinin ve dünyasının gizli kalmış yanlarını seyrettirir. Şiirin estetik değeri de şairin iç dünyasına paralel yürür. Güzeldir güzel olmasına ama öncekilerin söylediklerinden çok da ayrı değildir bu gazel. Ekrem’ce bir duyuşa, farklı bir imgeye, çarpıcı bir hayale tesadüf edemezsiniz mısralarında. Nedendir bilmem, yine de severim bu şiiri, şiirin akışını, dille konunun örtüşmesini.

Madem yazıya şiirle giriş yaptık, Ekrem’de en sevdiğim dizeyi de söyleyeyim. Şair “Şevki Yok” adlı şiirinde edebiyatımızın en güzel söyleyişlerinden birine ulaşır. Oğlu Nijad’ı kaybetmeden üç yıl önce yazdığı bu şiirine (1895) “Geldi ammâ n’eyleyim sensiz bahârın şevki yok!” mısraını nakarat yapar. Çaresizliğin, hem de bahar mevsiminden hareketle bu kadar güzel ifadesini bulduğu çok fazla mısra yoktur şiirimizde.

Divan şiirinin büyülü, ilhamını gelenekten alan mazmunlarla yüklü dünyasının aksine Tanzimat şiiri daha çok modern ya da yavaş yavaş modernize edilen kavramlarla örülüdür. Genelde toplumcu yönü ağır basan bu dönem şiirinin bireysel ve trajik yanını temsil eder Ekrem. Biraz açmak gerekirse, ne Şinasi kadar rasyonalist ne Namık Kemal kadar gür sesli/propagandist ne Ziya Paşa kadar hikmetli/derûnî ne Hamit kadar savruk ve yerleşik kuralları altüst edicidir onun şiiri. Oysa muhayyilesini bir ömür besleyecek kadar acılarla doludur belleği. Bu acıların altında ezilir Ekrem ve belki de bu yüzden cılız çıkar onun şiirinin sesi.

Yazının ilham kaynağı olan alıntıyı paylaşma zamanı geldi. Elbette Tanpınar’dan:

Filhakika dâima sakat ve hakiki şekilden mahrum olan bu manzumeleri (Ekrem’in şiirinden bahsediyor.) insanda derinden kaynaşan hiçbir hayal diriltmez ve hiçbir musiki onları canlandırmaz. Kader onun ilhamından şiirin tam sesini koparabilmek için bu talihsiz babayı boş yere üst üste dener. O, yıldırımın çarptığı yerde bir sene evvelki gezintilerin hâtıralarını arar. Ölüm hayatına sadece siyah tüllerden bir dekor ilâve etmekle kalır. Şiirde dili kaybeden her şeyi kaybeder. Çünkü her şeyden evvel insanı kaybeder. Hiçbir düzeni olmayan, sadece lügatten seçilen, ne halkın ağzında, ne kültürde prestiji olan kelimelerle yapılan bu şiirler, bu rastgele kafiyeler ancak sakat çocuklar doğurabilirdi.

(19 uncu Asır Türk Edebiyatı, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1985, s. 482.)

İlk bakışta öylesine bir şair-şiir değerlendirmesi gibi duran yukarıdaki paragrafta bir eleştirmen olarak Tanpınar’ın hem mizacının hem de iç dünyasının arketipsel arka planını görmek mümkün. Bütüncül bir gözle ele alındığında bu tahlilde Tanpınar’ın, Ekrem’in hayatındaki trajik yaşanmışlıklardan ödünç aldığı kavram ve olguları onun şiirinin eksik yönlerini ortaya koymak için kullandığı görülür ve ortaya dikkatli okuyucuların içini cız ettirecek bir yorumlar silsilesi çıkar.

Nasıl mı, somut örneklerle izah etmeye çalışalım:

Önce, ilk ve son cümlede geçen “sakat” kelimesi üzerinde duralım. Ekrem’in Sunullah Emced adını verdiği, bakıcısının dikkatsizliği sonucunda 1,5 yaşında yatalak olmuş, bu hadiseden sonraki hayatını alil bir şekilde sürdürmek zorunda kalmış bir yavrusu vardır. Şair yirmi yılını beraber geçirdiği bu yavrusunun şahsında, sadece çaresiz bir baba olmanın zehrini soluklamaz, evlat kaybetmenin acısını da bütün yakıcılığıyla hisseder. Bu acı, bir faninin hayatında yaşayabileceği en büyük acıdır. (“Evlat acısı gibi içine çökmek” deyimi hatırlansın.) Son cümledeki “sakat çocuklar” göndermesi her ne kadar şiir bahsi için kullanılmış olsa da bana çok acımasız gelir. Evet, bu kitap Ekrem’in ölümünden sonra yazılmıştır, doğru; babalık duygusunu tatmayan biri tarafından kaleme alınmıştır, bu da doğru; ama bütün bunlar, bu çıkarımların, yaşanmış bir acı üzerinden kurgulanmış acımasız bir yorum olduğu gerçeğini değiştirmez.

Peki, “Kader onun ilhamından şiirin tam sesini koparabilmek için bu talihsiz babayı boş yere üst üste dener.” cümlesi Ekrem’in hayatındaki hangi gerçeğe vurgu yapar? Hemen söyleyelim Ekrem, Tanzimat dönemi sanatçıları içinde peş peşe üç evlat acısı yaşamış tek insandır. Hatta, ilk çağlardan bugüne kadar, üç çocuğunu peş peşe kaybetmiş başka sanatçımız var mıdır, bilmiyorum. Sunullah Emced’in trajik hayatından ve ölümünden yıllarca önce, evliliğinin daha ikinci senesinde evlat acısıyla tanışmıştır Ekrem. Kızı Fatma Pirâye doğarken ölmüştür. Şairin, baba olma heyecanına ölümün gölgesi düşmüştür. Bu gölge şairi “Tahassür” (Zemzeme I, 1298/1880) adlı şiiri yazacak kadar yaralamıştır. Acıyla mahcubiyetin iç içe geçtiği şiiri buraya almakta yarar var:

Âh kim Pîrâye’min işte bu yerdir meskeni!

Şu siyeh topraklar olmuştur o nûrun mahzeni.

Gelmedim on beş sene bilmem ne yanda medfeni.

Ey mezâristân bana ettirme âh ü şîveni!

Rahm edip âgâh edin ey servler, taşlar beni!

Bî-nişan terk eyledim eyvâh evlâdım seni!

Söyle yavrum eyleyim şâdâb-ı giryem hâkini

Hangi topraktır senin örten vücûd-ı pâkini?



Züldür on beş yılda bir kerre ziyâret kabrini.

Yok hicâbımdan taharrîye cesâret kabrini.

Ger zaman ettiyse pâmâl-i hakâret kabrini,

Bir vazîfeydi bana etmek imâret kabrini.

(Bir avuç hâk-i mübârekten ibâret kabrini!)

Eylemez kimse banâ hayfâ işâret kabrini.

Söyle yavrum eyleyim şâdâb-ı giryem hâkini

Hangi topraktır senin örten vücûd-ı pâkini?



Bir küçük kevkeb gibi kim doğmadan örter sehâb

Etmeden çeşmânını bir kere olsun şule-tâb

Cây-gâhın eyledik mehde bedel zîr-i türâb

Fikrime gömdüm diye hiç etmedim kabrin hesâb.

Cüst ü cû etmekteyim şimdi mezarın bî-hicâb

Bî-nişan koydum seni gönlüm harab olsun harâb!

Söyle yavrum eyleyim şâdâb-ı giryem hâkini!

Hangi topraktır senin örten vücud-ı pâkini?



Ey cihândan hiç nasibi olmayan cân ahteri!

Kalmadım bir dem -tulûunla ufûlünden beri-

Tâli-i nâ-sâzını yâd u teessürden berî

Kabrine geldim bugün îsâr için eşk-i teri

Cüst ü cû eyler gözüm câ-yı sükûtun serseri

Gözlerim râzı mısın tartîb ede her bir yeri?

Söyle yavrum eyleyim şâdâb-ı giryem hâkini!

Hangi topraktır senin örten vücud-ı pâkini?



Hayf kim çok gördü sen nev-bâvemi devrân bana.

Vermedi bir gün der-âguş etmeğe meydân bana.

Olmadın yavrum niçin bir kerrecik handân bana?

Pek ağır geldi bugün bilmem neden hicrân bana?

Çâre-sâz ol bâri sen ey dîde-yi giryân bana!

Cây-gâhın söylemez mâdâm kabristân bana;

Söyle yavrum eyleyim şâdâb-ı giryem hâkini

Hangi topraktır senin örten vücûd-ı pâkini?


Çeşm-i cânım görmede şimdi yetişmiş bir nihâl

Kim kar altında kalan bir gülbün-i nevres-misâl

Muhtecib bir sütre-i beyzâda kadd ü yâl ü bâl

Dîde nemlenmiş, nazar mahzûn, uçuk reng-i cemâl

Âşinâlıkla olur rûha emel-bahş-ı visâl.

Âh Pirâye’m meğerki sensin ol nâzik hayâl

Söyle yavrum, eyleyim şâdâb-ı giryem hâkini!

Hangi topraktır senin örten vücûd-ı pâkini?

Bu iki büyük acıdan sonra 1 Eylül 1883’te, şairin hayata tutunmasına vesile olan Mehmet Nijad dünyaya gelir. Mehmet Nijad, onun bütün boşluklarını yeniden sevgiyle doldurur. Sevinci kelimelerden taşar:

Yâ Rab sana nasıl hamd ü senâ edeceğimi bilemem. Bana hayat içinde diğer bir hayat… cihân içinde diğer bir cihân… bir cihân-ı feyzâfeyz bahşettin.” (Tefekkür, s. 7.)

Ekrem’in talihine bakın ki Mehmet Nijad da çaresiz bir hastalığa yakalanır ve 1 Mart 1898’de hayata gözlerini yumar. Şair yaşayan bir ölüdür artık, sığındığı Büyükada ise mezarı. (Büyükada’nın Ekrem’in hayatına girişinin hikâyesini yazının sonuna bırakalım.) Şairin hayatının bundan sonraki kısmına bu acı damgasını vuracaktır. Şimdi, Ekrem’in 1910 yılında Büyükada’da yazdığı “Âh Nijad” adlı şiiri okuma zamanı:

Hasret beni cayır cayır yakarken

Bedenimde buzdan bir el yürüyor.

Hayâline çılgın çılgın bakarken

Kapanası gözümü kan bürüyor.

Dağda kırda rast getirsem bir dere

Gözyaşlarımı akıtarak çağlarım.

Yollardaki ufak ufak izlere

Senin sanıp bakar bakar ağlarım.

Güneş güler, kuşlar uçar havada,

Uyanırlar nazlı nazlı çiçekler.

Yalnız mısın o karanlık yuvada?

Yok mu seni bir kayırır, bir bekler?

Can isterken hasret oduyla yansın,

Varlık beni alîl alîl sürüyor.

Bu kaygıya yürek nasıl dayansın?

Bedenciğin topraklarda çürüyor!

Bu ayrılık bana yaman geldi pek,

Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.

Ya gel bana, ya oraya beni çek,

Gözüm nuru oğulcuğum, Nijad’ım


Tanpınar’a geri dönelim. Bu örneklerle, Tanpınar’ın “kaderin bu talihsiz babayı boş yere üst üste denemesi ve şiirin tam sesini koparamaması” ifadesini örneklemeye çalıştık. Sanatkârane ve çarpıcı bir çözümleme ile karşı karşıya olduğumuz su götürmez. Fakat bu yorum, “acı çekmeyenin yüreği bütün” dedirtecek kadar da empati duygusundan ve merhametten uzak. Acaba Tanpınar baba olsaydı, Ekrem’in hayatından hareketle bu tür mihânikî/mekanik yorumlara gidebilir miydi? Sözün şehvetinin bu derecesine yüreği ve kalemi evet der miydi?

Ölüm hayatına sadece siyah tüllerden bir dekor ilâve etmekle kalır.” derken de peş peşe yaşanan bu acıları kasteder Tanpınar. Acılarını yenebilseydi, bunları dile taşıyabilseydi, aslında elinde tükenmez bir hazine vardı, demeye getirir anlayacağınız. Aklıma Sezai Karakoç’un, “Acıyı yadsımıyorum. Yanlış anlaşılmasın. Çile her sanat adamı için varoluş şartı. Ancak, sanat onu aşmakla başlar.” (“Şiirin Oluşumu”, Edebiyat Yazıları, İstanbul 1982, s. 84.) sözleri geliyor ama iki yazarın algıları arasındaki fark sesimi kısıyor.

Tanpınar’ın bu paragrafta şiir bahsinin estetik yönüne vurgu yaptığı ve aynı zamanda sübjektif görüşler ihtiva etmeyen tek yer şurası: “Şiirde dili kaybeden her şeyi kaybeder. Çünkü her şeyden evvel insanı kaybeder. Hiçbir düzeni olmayan, sadece lügatten seçilen, ne halkın ağzında, ne kültürde prestiji olan kelimelerle yapılan bu şiirler…” Ekrem’in şiirlerinin savrukluğundan, belli bir kompozisyona ulaşamamasından, dile yeni anlam/mecaz/metafor ve imgeler katamamasından, halkın kullandığı/yaşayan, muhayyileye kapı aralayan kelimeleri bulamamasından, hasılı insanı yakalayamamasından dem vuruyor Tanpınar. Aklımıza Tanpınar’ın bir başka yazısındaki, “Türkçe mi? Halkın ağzında idi. Bütün ideolojilerin, ütopyaların dışında şiir dilini, orada, yani evde, sokakta aramak lâzımdı. Şiirimiz çapaçul bir estetiğin içinde asırlarca farkına varmadan bunu yapmıştı. Daha Yahya Efendi:

Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur

dediği gün bu programı vermişti.” (Yahya Kemal, Dergâh Yayınları, İst. 1995, s. 25.) şeklinde uzayıp giden sözleri geliyor. Tanpınar hep aynı Tanpınar.

Genel bir Ekrem değerlendirmesi ile yazıyı toparlayalım.

Ekrem, vücudunun cılızlığı, hassas ve hastalıklı olması yüzünden askerlik mesleğini yapma hayalini gerçekleştiremez ve belki de bu durum onun altmış yedi senelik ömrünün ilk düş kırıklığı olur. Yine onun hayatını derinden etkileyen bir başka trajedi, amcası Arif Efendi’nin kızı Ayşe Güzide Hanım ile yaptığı akraba evliliğinin, tek neden olmamakla birlikte, sebep (olduğu düşünülebilecek olan) evlat acılarıdır. Bu ve buna benzer trajediler yazarın özellikle şiirlerini otobiyografik okumaya açık hale getirir. Fakat Ekrem’i, sadece bu talihsiz ve elim hadiseler bağlamında düşünmek, değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü onun edebiyat tarihindeki etkisi yeniliğin bir devamı olarak bugüne kadar gelir. Ekrem, modernleşme tarihimizin ilk edebiyat teorisyenidir de her şeyden önce. “Edebiyat bir halkın ahlâk ve âdâtını, efkâr ve hissiyâtını, her türlü ahvâl ve etvâr ve muâmelât ve mahsûsâtını ekseriya yalancı bir lisan ile doğruca olarak tarîf ve tasvîr eden külliyât-ı âsârdır.” şeklindeki edebiyat tanımı ve bu tanımda kullandığı “yalancı bir lisân” ibaresi oldukça ilginçtir. “Yalancı bir lisan”, dilin günlük hayattaki kullanımlarından farklı sanatsal bir form içinde icrası demek, yani “sanatlı/mecazlı bir söyleyiş” demek. (İsmail Parlatır, Recaîzâde Mahmut Ekrem Hayatı Eserleri Sanatı, Ankara 1983, s. 52.) Bu tanımla birlikte Tanpınar’ın bir üst paragraftaki görüşlerine bir kere daha bakılırsa bu iki yazarın şiir diline/edebiyata yaklaşımlarındaki farklılık hemen anlaşılır.

Doğrudan veya dolaylı olarak devrinin edebî tartışmaları içinde olmuş (Demdeme-Zemzeme, Abes-Muktebes Tartışmaları) ve mensubu bulunduğu edebiyat topluluğundan sonra ortaya çıkacak Servet-i Fünûn hareketinin oluşumuna ciddi anlamda katkı sağlamıştır.

Türk edebiyatında mensur şiir türünden ilk defa bahseden de o olmuştur.

Tanzimat’ın birinci ve ikinci nesli içinde Avrupa’ya gidemeyen birkaç sanatçıdan biri de Ekrem’dir. Avrupa derken, belli başlı Avrupa ülkelerini ve daha çok Londra, Paris, Viyana, Berlin gibi şehirleri, bu şehirlerdeki kültürel ortamları kastediyoruz. 1890 yılında ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalığı yerinde görmek/araştırmak için oluşturulan bir komisyona seçilen Ekrem on beş günlük görevle Trablusgarp’a gider, fakat burada üç ay kalır ve buradan Malta’ya geçer. Bu geçişteki amacı aslında Malta’dan Avrupa’ya kaçmaktır. Bu durumu sezen Abdülhamit Malta konsolosu Nafilyan Efendi’ye bir emir gönderir ve yazarı apar topar İstanbul’a getirtir. Olanların arka yüzünün farkında olan Ekrem bu sefer rahatsızlığını ileri sürer ve hava değişimi bahanesiyle Avrupa’ya gitmek için saraydan izin ister. Abdülhamit Avrupa yolculuğunun ona iyi gelmeyeceğini söyler ve şaire Büyükada’da dinlenmesini tavsiye eder. Hatta bununla da yetinmez Büyükada’da ona bütün masrafları hazineden karşılanan bir ev kiralar. Sonuç mu, Ekrem Avrupa’ya gidemez. (Parlatır, s. 35-36.)

Batı edebiyatının kurucu/öncü şahsiyetlerinden biri olan Ekrem, bir ömür boyunca memleketine ithal etmeye çalıştığı fikirlerinin menbaını göremeden bu dünyadan göçer ve on beş yaşında toprağa verdiği Mehmet Nijad’ına, onu toprağa verdikten on beş yıl sonra, 31 Ocak 1914’te, yeniden kavuşur.


Muharrem Dayanc hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 5343 | E-posta

İlk Yorumu Siz Yazın
RSS Yorumlar

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.