(Beyaz Yakalı Okul Önlüğü adına Düş Hekimi Yalçın Ergir kaleme almış)
Sevgili Çocuklar!
Ben beyaz yakalı okul önlüğüyüm. Bu sene sizinle son senem…
Artık giyilmeyeceğim, bir süre sonra da unutulup gideceğim.
Bu yüzden bu veda mektubumda sizlere, bu ülkeye, nesiller boyu süren uzun, anlamlı birlikteliğimizi anlatmak istedim.
Yıl 1928 Ankara.
Savaştan yeni çıkmış, yepyeni bir dönemin, yepyeni bin heyecanın içindeydik.
Ama yoksulduk.
Ülkemizde canla başla eğitim seferberliği başlamıştı.
Yolu, elektriği olmayan yurt köşelerine öğretmen yetiştirmek, çocuklarımız eğitmek, hep birlikte üretip kendimize yetebilmek, ilimde, kültürde ilerleyebilmek için yanıp tutuşuyorduk.
İşe tam da o yıllarda ve o koşullarda savaşlardan yeni çıkmış bir ülkenin, doğru dürüst ayakkabısı olmayan çocuklarını imdadına ben yetişmiştim.
Ülke çocuklarını okul kıyafeti bendim.
Artık milletvekilinin de, arabacının da, nalburun da, dülgerin de, çitçinin de, hekimin de, polisin de, yoksulun da, varlıklının da çocuklarının üzerindeydim.
Düğmelerim arkada olduğu için, küçük bedenlerin sırtında, ancak annelerine ilikletebilirdim.
Edirne’den Ardahan’a kimi zaman köylerinden ilçedeki okula karda el ele yuvarlanırken tepelerde kendilerini izleyen kurtlardan korkan, kimi zaman okul çıkışında ayakkabı boyayan, kimi zaman okulda aşı olurken o kesif kokuda ağlaya ağlaya kollarını sıvayan çöp bacaklı çocukların üzerindeydim.
Ayağında gıcır gıcır siyah potin olan çocuğun da, sanki bağları varmış gibi üzeri ayakkabı bağı deseni tamamen lastik cızlavet ayakkabısı giyen çocuğun üzerinde de hep aynıydım.
Kışın bot şeklindeki “soğuk kuyu” denen muflonsuz cızlavetlere gücü yetebilen alır. Yoksulluğun nefes aldırmadığı ailelerde ise sığabilenler, elden geçirilip seneye de giyilir, gerekirse alttan gelen küçük kardeşe devredilirdi.
Ben “okullu” demektim. Okula gidebilendim. Abisi, ablası okula gidenlerin bir an önce giyebilmek için can attıkları kıyafettim.
O yıllarda kızların saçları uzun olursa sık sıkı örülür ya da kulak hizasından kesilirdi.
Süs ve ziynet takmak yasaktı baştaki beyaz kurdele, öğretmenin göğse taktığı kırmızı kurdele kadar havalıydı.
Boynuma bembeyaz kolalı bir de yaka takar, tamamen bize, tamamen bu ülkeye özgü bir okul kıyafetinin en önemli detayını tamamlardım.
Kimisinin cebinde buruş buruş mendil, kimisin boynunda iple asılmış lastik silgi bulunan öteki beyaz yakalı arkadaşlarımla küçücük sıralarda kara tahtaya beyaz tebeşirle yazılanlara, çengelli iğneyle tutturulmuş keçe silgiyle silineceklere bakardım.
O zamanlar bit, uyuz, trahom eksik olmazdı okullardan.
Çoğu zaman erkeklerin saçları üç numaraya, bazen de tamamen usturaya vurulurdu.
Sanki bütün öğrenciler değil bütün küçük heyecanlar aynıydı.
Sanki hepimiz siyah beyaz masum bir bütünün parçalarıydık.
Yerli malı yurdun malı sevgisi aşılanırdı beyaz yakalılara; tabii ki tutumlu olmak da. Ayakkabıları yağmurda, çamurda bir galoş gibi muflonlu lastik şoşon, yıpranmalarda ise tabanlarına çakılmış demir ya da pençe üzerine pençe konurdu.
Teneffüslerde evden getirilmiş helva, leblebi, keçiboynuzu, pestil paylaşılırdı.
Yıllar içerisinde süttozu, günlük süt, balık yağı, fındık, kuru üzüm de beslenme saatlerine girip çıkacaktı.
Kimi siyah kolda bir de hilalli “Kızılay” pazubenti dururdu ve sanki tüm dünyanın sağlığı o kırmızı yakalı çocuktan sorulurdu.
Sadece anlaşmalı tek dükkânda bulunabilen değil, başta Sümerbank, ülkenin her köşesinde bulunabilen bir formaydım.
Bazen bir kalem, boynumdaki sert silgi, gazete kâğıdıyla kaplanmış defter, tahta ya da kalitesiz deriden çantayla biten senelerde; bir dağ masalı gibi bir ülke masalıydım.
Derken yıllar birbirini kovalayacaktı.
Ben Milli Eğitim’in ilik basamaklarındaydım.
Kimi zaman simsiyah, kimi zaman gri, kimi zaman şapkayla, ama kolalı, sakız gibi bembeyaz yakamla hep vardım.
1988’de, yorgun bir yılın sonları gelirken mavileşecek, beyaz yakamdaki motifleri güncelleştirecek, yeni bin yıla emniyet kemeriyle girecektim.
Modern zamanların kişiselleşme rüzgârlarına dayanamazdım.
Topraklarımızdan zar zor çıkarttıklarımıza ait bir tarz değildim.
Kopyalayıp yapıştıranlarca savunulamaz cilt cilt kriterlere, “çocukların tek tipi olamayacağı” değerlendirmelerine, akan suları durduracak tezlere, fiyakalı yanıtlar hazırlayamazdım.
Ve yenildim;
Bu son senemde, boyna iple asılmış silgiler yerine flash bellekler alırken, bir zamanların miniklerinin mimikleriyle vedalaşabilmek için el yazımla olmasa da, kenar süsleriyle bu satırları yazdım.
Sevgili Çocuklar,
Beni unutmayın! Erol Afşar hakkındaki diğer yazılar Gösterim: 1884 | E-posta