Son Yorumlar
Son Şans, Tekrarı 105 Yıl Sonra
Bilgi
Yazım içeriği ve bilgi edinme yönünden güzel bir yazı olmuş. En çok di...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
Hayvanseverlik
Bu şekilde, canlıların hangi amaçla bayıltığını bilmeden ve sonrasında...
Yorumu Oku

Geyve'de köpekler etkisiz hale getiriliyor
BELLİ
ORADAKİ YURTTAN ŞİKAYET GELMİŞTİR BELEDİYEYE BELEDİYEDE GEREKENİ YAPMI...
Yorumu Oku

Ak Parti'de değişim başlıyor!
MÜTEAHHİT
GEYVE TEŞKİLATI TAMAMEN DEĞİŞMELİ MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE YÜKSELME...
Yorumu Oku

Murat Kaya, TCDD Genel Müdürü ile görüştü
dileğimizdir
sayın Murat Kaya; TCDD'nın genen müdürü ile görüşürken HIZLI TREN...
Yorumu Oku

 
Gabey Çeşmesi'nden Çüküren Çeşmesi'ne..
Cuma, 07 Haziran 2013

Gabey Çeşmesi’nden Çüküren Çeşmesi’ne sonrası Tatlısu Çeşmesi…

Ayrılığımız uzun sürdü değil mi?

Maalesef umduğumdan fazla sürdü, bu defa. Güya yazılarımızı her ayın yedisinde, on yedisinde ve de yirmi yedisinde yazacaktım. Mayısın 17’si, 27’si geçti kapıyı çalan Haziran’ın yedisi oldu. Malzemede sıkıntı yok. Yazacak konu inanın çok. Hem yazacaklarımız inanın kimsenin bırakın arşivini, hayalinde bile yok. Ama olmayınca olmuyor. Bir rahatsızlık dadandı, kafamıza onunla uğraşıyorum. Tahlil, MR derken sıkıntı çıktı ortaya. Omurilikte sıkışma var, hem de dört ayrı noktadan. Münir Hoca’nın dediğine bakılırsa acilen ameliyatlığım ama işte âmâsı var. Öyle kolaydan kafamı deldirmem. İlaçla olacak gibi ise ilaca yönelirim. Öyle de oldu hani-yani. İlaçlara devam ediyorum ama ağrısız da yapamıyorum. Gün 24 saat bende ağrı 25 saat sağ omzumun ağrısını bir türlü gideremedim. Gideceğe de benzemiyor. Kalıcı, çok beğendi; beni ve omuz köprümü. Hâlbuki beğenilecek kadar da hastalığı sevmem. Gerçi şeker ve böbrek rahatsızlığım var ama onları saymıyoruz. Onlar evin çocuğu. Biri 17’lik sonuncusu 13’lük delikanlı Bir tane daha geldi henüz iki aylık. Büyüyecek gibi. Baksana o kadar hızlı büyüyor ki; diğer ikisi gibi nazlı değil. Bu oldukça harbes bir bebecik. Dikkatinizi çeken “harbes” oldu değil mi? Anlayamadınız; açıklayalım. “Harbes”, Serdivan’a ama Eski Serdivan’a özgü bir kelime. Ta Rum Serdivan’a dayanıyor. Aslı ve son hali “hoyratis”. Evrimi de “horyatis, hoyrat, hoyrat, hoyratis”ten geçip gelmekte. Anlamı “çirkin”, “kaba görünüşlü”. Burada kullandığım anlamı “çirkin” yerinedir. Yani, “çirkin bebecik”.

Kastım bu kadar. Rum Serdivan’da bir “Serdivan Dili”nin varlığından bahsederlerdi, inanmazdım. Ancak 2006’da Kuzey Yunanistan’a yaptığım “cevelan”da İskeçe’ye bağlı Mandıra Köyü’nde ikamet eden Serdivanlı Rumların torunlarından öğrendim ki, böyle bir dil var. Adı yok “Petradesi” diyorlar. “Petrades” Taşlık demek; aynı zamanda Rum Serdivan’ın 1900’lü yılların ilk çeyreğinde Serdivan adı yerine kendi aralarında kullandıkları bölgenin adı. “Petradesi” var olduğu söylenilen dilin adı ya da sahiplenme karşılığında kullanılıyor. Unutmadan “cevelan” Osmanlıca bir kelime “gezinti” karşılığında kullanılmaktadır. Burada şeyin etkisi var gibi; Osmanlıca Dersi alıyorum. Onun etkisi olsa gerek. Bu tıpkı bugünkü yazımızın başladığı nokta olan “Gabey Çeşmesi”nin Samsun Bafra’da o dönem Rumları tarafından kullanılan ismi ile aynı kadere sahip. “Gabey Çeşmesi”nin aslı “Gabbe Çeşmesi”dir. Gabbe; kubbe demek. O kelime de bir Petradesi Kelimesi. Serdivan’da yaşayan Hayroomlar, yani hem Gregoryen Ermeniler hem de Rumlar “cami”ye kendi aralarında konuşma dili içinde “Gabbe” demektelermiş. Bir atasözümüz vardır, bilir misiniz bilmem. “Gabbe içerden olunca, kapı tırkaz tutmaz” diye. Gabbeyi anlattıkta “tırkaz”da ne ola dediğinizi duyar gibi oluyorum. “Tırkaz”ın çok anlamlı ancak birbirine yakın anlamlı bir kelime. En uygunu Uşak Yöresi’ndeki anlamı olsa gerek o da “kapı sürgüsü”. Aynı yörede Banaz’da da “kapı sürgüsü” anlamında da kullanılır. Sanırım atasözünün ne anlama geldiğini anladınız değil mi a dostlar. Gelelim konumuz olan Gabey’e. Gabey; günümüzde “Gabbe” adının şeklen değişmiş halidir, evrim geçirmiş halidir. Doğrusu “Gabbe”dir, o kelimenin. Çünkü “Gabey”in tek başına kelime olarak herhangi bir dilde anlamı ve karşılığı yoktur. Kısaca “Cami Çeşmesi”dir, “şadırvan”dır demek daha iyi olacak sanırım.

Ama Geyve’de İnciksuyu Mahallesi’nden Sarıgazi Köyü Yolu’na girip devam ettiğinizde arkada bıraktığınız bir çeşme vardır, adı Akpınar Çeşmesi’dir. Sarıgazi Köyü Yolu’nda “Sarıgazi Ovası”nı geçip köye doğru giderken DSİ Sulaması’nı geçince solunuzda kalan yolun ilk iki yüz metresi içinde iki çeşme vardır; Beypınar ve Ekiske Çeşmesi isimli. Beypınar’ı geçinde “Ekiske” önemli gibi. “Ekiske”nin “ekis”i iki anlam içeren bir kelime. Birincil anlamı “sitem, söz dokunduran”. İkincil anlamı da “kötü- ters, fena, aksi”. Zaten bu kelime bana yabancı değil “Ekiske” hali ile. O da bir “Petradesi”. Anlamı da “Aksi çocuk”. Yani “ekis” kelimesi “-ke” ekini alınca anlamını değiştirip farklı bir anlam içeren kelime haline geliyor. O zaman bahsettiğimiz çeşme bir “Aksi Çocuk Çeşmesi”. Ben öyle istiyorum inadı değil ama olur, mu olur neden olmasın. Ekiske Çeşmesi ile Beypınar Çeşmesi yönüne gitmeyeceğiz, bu yazımızda bizim bu haftaki yönümüz “Gabey Çeşmesi” yönü. Saldık kendimizi düzlüğe. Ne düzlük ama. Alabildiğince solunuzda yalçın dağlar, sağınızda tarlalar. “Sıçancık Tepesi’ni teğetinden geçip arkasından da dolanıp bir iki yüz elli metrelik yol takibi ile sağa dönünce karşına çıkan bir çeşme olursa, doğru yolda oluyorsun yolunu kaybetmediğinden emin olmalısın” diye tembihlemişti yolu bana anlatan Kadir Öğretmen. Kadir Öğretmen, Sarıgazi Köyü İlkokulu’nda 1971’de görev yapmış kısa süreli. Bir yarıyıl kalmış sonra almışlar onu Hendek’in Kurtköy’üne. Oradan da Artvin’in Borçkası’na köyüne “Düzköy”e gitmiş, bir eğitimci. Düzköy dediğim bir hayli eski köy. 1876 yılında yayınlanan “Trabzon Vilayeti Salnamesi”ne göre adı “Çxalet” yani “Havuzlu”; 1927’de köyler üzerinde bir araştırma yapan Zeki Muvahhit’e göre o yıl köyün adı “Çxala” yani “havuz”; 2009 yılında yapılmış bir çalışmaya göre de “Çxalazeni” onunda karşılığı “ Tamamı ile bir Laz Köyü ve yerleşimi sizin anlayacağınız. Her ne ise konumuz Kadir Öğretmen ve köyü değil tabii ki. Ancak bilgi vermek gerekiyor, arada. Sonra ne, nerede, neden, nasıl ve hatta ne zaman geldi de aramıza girdi diye sağa-sola sormalı oluyoruz. Bunu engellemek için bütün çabamız. Kösepınar Çeşmesi’dir gördüğümüz, başkası olmaz zaten.

Bir soluklanma suyu içtikten sonra yolumuz Çağan Tepe’nin eteklerinden devamla Geyve-Umurbey Köy Yolu’na çıkacaktır, öyle değil mi? Yola çıktım, bir yüz metre gittim-gitmedim sağda bir çeşme daha. Kadir Öğretmen adını “Çüküren Çeşmesi” demişti, mutlaka o çeşmenin yanındayım. “Çüküren”, tek olarak anlam ifade etmiyor ancak “çükür” bir yüzü balta bir yüzü kazma olan araç olarak karşımıza gelip, dikilmekte olan bir kelime. Bir de “çökeren” hali var ki bu kelimenin onunda anlamı “kırlarda, dağlarda biten bir çeşit diken”. Bu hali ile Düzce’de de varlığını sürdürmekte “Çüküren” Yığılca ilçesine bağlı bir köyün adı. Ankara Beypazarı’nda da bir beldenin “Karaşar Beldesi”nin yaylasının adı, Çüküren. Karaşar Beldesindeki köylerin düğünlerinde “Hakması Oyunu” vardır ki aslında bir “Düğün Semahı”dır. Bölgeye has oyunların en hareketlisidir, sadece kadınlar oynadığı dört kişilik bir oyun. Bir defasında oynandığını görmüştüm bir köy düğününde ama Ayaş’ta idi o düğün. Gelin, sormadım ama Beypazarılı olsa gerek. Amcasının hanımı akranları ile Hakması oynamışlardı. Onun sözlerinin içinde vardı “Çüküren”. Hatırladığım kadarı ile bakın ne diyor, Hakması Oyunu’nun sözleri. “Eğriovadan Çüküren’e göçerler/Boz bulanık sularından içerler/İyiyi kötüyü burada seçerler” diye devam ediyordu. Bizim yolumuz üzerindeki “Çüküren”in tam telaffuz ile konulan bir kelime olduğunu sanmıyorum. Doğrusunu merak etmekle kalmadım hala araştırıyorum. Doğrusunun “Çukurören” olacağını sanıyorum.

Zira hem Umurbey’de hemde çevre köylerinde “ Çüküren”i bile ve hatta kullanan yok. Ya da bileni bana rastlamadı. . Neyse vuruyorum rampaya Umurbey Köyü’ne doğru sağda solda böğürtlenler var, kuş sesleri, börtü-böcek ve hatta ki yılanlar. Hem de birkaç tane. Ay Ağustos olmasına rağmen üçyüz metrelik yolda üç yılan gördüm, zararsızından. Bana bir şey yaptıkları, yapmaya yeltendikleri olmadı. Ne onların benimle işi oldu ne de benim onlarla, her iki taraf kendi halinde almış başını gitmekte, yol boyu. Gerçi onlar karşıdan karşıya geçtiler. Yok, şimdi hatırladım biri kısa olanı bir on metre kadar bayır boyu gittikten sonra kendini saldı sağdan aşağıya doğru. Yolu aşağılar olsa gerek kim bilir belki de aşağıdaki Ayıcık Çeşmesi’nin ya da Osmanpınar Çeşmesi’nin suyunu içmeyi sevenlerden. Bilemiyorum ama acelesi vardı; Zahar. “Zahar”a da mı yabancısınız, aşk olsun. Herhalde, öyle anlamında kullanılır; Kocaeli Kandıra’da. Kısmen Serdivan Meşeli de ve Çubukluda birazcık da Kazımpaşa’da. “Dilimize dolanması Serdivanlılığımızdan”. Gide-gide vardığımız yer “Umurbey Köyü”. Umurbey Köyü, oldukça eski bir köy. En eski Geyveli “Sakarya Nehri”dir anca Umurbey’de en eskiler kategorisinde. 1988 yılında 1902 doğumlu olup 1979 yılında aramızdan ayrılan İktisat Tarihçisi ve Türkiye’de iktisat tarihi biliminin kurucularından sayılan Ömer Lütfi Barkan tarafından kaleme alınan “Hüdavendigar Livası Tahrir Defterleri” isimli eserde bahis konusu olmaktadır. Eserin 404.sayfasında yazan ifadeye göre köy 1521 yılında “Tekürpınarı” isimli olup, aynı yıl Sultan I.Murat devri yaşanmaktadır ve köy Sultan I.Murat tarafından yarı-yarıya Umur Bey ile Oruç Bey-Ali Çelebi isimli üç şahsa mülk olarak verilmiştir. Bir başka anlatıya göre de köy İstanbul’un Fethi öncesinde kurulmuş bir köy. Köyün kurucusu Fatih Sultan Mehmed’in Umur isimli bir komutanı. Köyü kurduğu tarih 1400’lü yıllar. Yani Osmanlı’nın kuruluşunun 100.Yılında kurulan köyler arasında. Köyün mimarisinden anladığım bir altı-yedi yüz yıllık olduğu ama o kadara dayanır mı bilmem. Birkaç bina var bir hayli eski sayılacak. Altı-yedi yüz yıl 1300’lü 1400’lü yıllara denk gelmekte. İlk verdiğim bilgiye göre Sultan I.Murat Osmanlı’nın üçüncü padişahı ve 1389’da vefat etmiş bir sultan. Her iki anlatının doğru olduğuna inanmaktan gayri çözüm yok. Zaten inanmamak gibi bir durum da yok ortada. Allah için köyün parkında soluklandım. Hemen oracıkta şeftali, armut, birkaç erik fena olmadı. Muhtar Osman Önal ve çevresindekiler ne amaçlı köyde olduğumu bilmeden ikramlarını sundular. Köye gelme nedenimi Akdoğan Göleti’ne gidiyorum şeklinde söyledim. Aslına bakarsan doğru ancak kısmen doğru. Öyle ya gezi amaçlı bir yazı için kimseye bir şey söylemek olmaz zira sihir bozulur, doğallık elden çıkar. Doğallığı yakalamak adına birazcık “Yalanın Pembeliği”nden yararlanmanız gerekir. Gerçeği yazmak ancak o zaman güzel ve yapmacıksız olur. Bu bana göre öyle size göre de öyle mi bilmem? Ama doğrunun bu olduğuna inancım daha fazla gibi. Yarım saat kaldıktan sonra Umurbey’den ayrılıyorum. Umurbey, bende geniş hatıralar ve bilgiler diyarı olarak yerini aldı.

Köydeki “Tarihi Hamam” hayli ilginç durumda. Bence varlığı “Frenklere dayanmakta”. Belki de Bizansa. Oldukça ilginç bir durum var ortada. Hamam hem tarihi bir hamam hem hamamın çevresindeki sırtın adı “Hamamsırtı” hem de hamamdan ayrılan suların indiği kavuştuğu derenin adı “Hacıhamamıpınar” ama hamamın Sakarya Turizmi adına kazandırılmışlığı yok! Evet, Sakarya Turizm Platformu tarafından hazırlanan sitede Geyve ilçesinin “Tarihi Eserleri” içinde adına dahi rastlamak mümkün değil. Oldukça ilginç hem de oldukça ilginç bir durum var ortada. Merakım sonraki günlere ilişkin. Bakalım bu yazıdan sonra gündeme gelecek mi? Bekleyelim ve görelim. Sonraki bir gezimi özel olarak “Umurbey”e yapmak üzere ayrılıyorum; köyden. Yolum “Ceceler”e. İkitaş Tepesi ve Erikli Deresi ve Erenler Tepesi’ni aşarak sert bir “kurba” ile antenleri geçerek sola ayrılan bir yol ile “Ceceler Köyü”ne vasıl oldum. Ceceler Köyü, güzel ve ufak bir köy. Kutsiyeti var, bağrında barındırdığı ve toprağına defnedilmiş bulunan “Hece Sultan Türbesi” nedeni ile.

Hece Sultan, bir Horasan Ereni. "Ceceler Köyü" Yolu'na ayrıldığımızda Özel İdarenin ruhsatlı hammadde ocağını geçip solda İkitaş Tepesi'nden isim alıp "İkitaş Kayası" adını alan kaya grubunu ardımızda bırakarak sağımıza Hacıpınar Deresi'nin gelişi kolay oldu. "Hacıpınar Deresi"nin üzerine yapılan yeni menfez yolun bir önemli virajını yani “kurba”sını ortadan kaldırma yeterli olmuş. Ceceler Köyü'ne girişimizi sağımızda kalan Baklakaya kaya grubu ile görüntülemek üzere Alanlar Sırtı'na yöneldik. Geçmeden şunları yazmak isterim.

Cece”; “cice” kelime hali ile “ihtiyar Hıristiyan kadını” anlamını taşırken aynı hali ile Maçka-Hacavera’da “yok”; Giresun Bulancak’ta “abla”, Antalya Serik’te de “ağabey” olarak karşılığını bulan bir kelime. Aynı kelime Türkiye Türkçesi Yerel Ağızları Sözlüğü’nde iki anlam ile karşımıza çıkmakta. Nedir bunlar? Birincisi “Kalıntı, bir şeyi eritip süzdükten sonra kalan tortu” ikincisi “arı peteklerinin eritilerek mumu alındıktan sonra kalan kısmı”. Gümüşhane’nin Şiran ilçesi kırsalında çocuk dilinde “cece”nin “et” kelimesi ile aynı olduğu yazılıdır, yazılı kaynaklarda. “Cece” kelimesinin aslen “hace” kelimesinin ses değişimi sonucu oluşmuş yeni bir kelime olduğu belirtilmektedir bir başka kaynakta. “Cece” kelimesi ile ilgili olarak söyleyeceğim son söz. Kelimenin Adıyaman Gölbaşı Aşağınasırlı Köyü ile ilgili. Köyün kurucuları Oğuzların Bozok kolu Yıldızhan Soyu Begdili Aşireti’nin “Ceceoğulları Cemaati”nin varlığıdır. Köyün kurucusunun “Hoca Bilgin” adında bir bey olduğu bilinmektedir. Bu durumda olmak aslında bir köy için son derece güzel bir durum. Anlamının birden fazla karşılık olarak değerini bulması son derece mükemmel bir durum bence. Yorumunuz ne olur bilemem ama bana göre çok güzel ve özel bir durum.

Sonraki başlangıç noktam “Alanlar Sırtı” ve hemen dibinden yükselen “Öldeş Tepesi”. Öldeş Tepesi manzarası ile mükemmel bir doğa harikası olarak karşımızda durup-durmakta. Öldeş’in ne anlama geldiği konusunda tedirginliklerim oldu ilk anda. Sonra bakarım, sonra araştırırım oldu ilk tercihim. Telaşı atlattıktan sonra meşhur antolojilerimden hemen hepsinin kapısını çaldım. Sayfaları karıştırıyorum, işaretlediğim kelimelere bakıyorum, hızlı-hızlı geçiyorum önlerinden, trafiğe takılmadan. Sonra bir yere geliyorum; birkaç kelime çıkartmışım sağına-soluna şiirin birinin. Kimi “mürdü”, kimi “bibik” bir başkası “Yula”. Yula’nın ne anlama geldiğini yazmışım yanına “meşale” diye. “Mürdü”, kaldıraç, kaldıraç kolu, sırık anlamını taşır; “Bibik”i soracak olursanız onunda karşılığı Trabzon Beşikdüzü’nde “civciv, ibik, gaga”, Ankara Kalecik ilçesinde de “leblebi”nin adıdır. “Ne demiştik, “Yula” . Hah notların arasında “Yula”nın hemen altında da “eldeş” var yanında da eşitlenmiş işareti ile “Öldeş” var. Buldum işte. “Öldeş” karşımda durmakta tüm al benisi ile.

Öldeş”in eşit karşılığı not aldığımız “eldeş” Anadolu’nun birkaç yöresinde “höyük, hondik, ellik, gaflik, başlık” anlamlarını ifadelendirirken kimi yörelerde de “atış yapılan kemik misket”dir ki; o misket, mermerimsi yapıda beyaz üzerinde deseni olan bir miskettir. Çocukken misket oynadığımız kısa pantolonlu yıllarımızda cebimizde “çok özel bir misket” olurdu; onun adı “gaflik”ti. Gaflik, büyük ağbilerimizden kulağımıza kaçırılmış “kar suyu” gibi önemli kelimelerden biri idi. Ona taa o yıllardan aşikârız; ama “eldeş”liğine değil tabi. Karşıma çıkan Murat Aktaş isimli bir şairin şiiri oldu desem yalan olmaz. Diyor ki; Murat Aktaş şiirinde “Çoğaldıkça yalnızlaşıyoruz, İsmail/tanrının dili sürçtü/Öldeş sevdalar kazındı künyeme/ne yana dönsem mahpus/kahpe bir rüzgâr/”es”lerimi çaldı/yoruldum/soluksuzca çoğalmaktan” ne güzel dizeler, diyorum kendi kendime. Bakıyorum şiirin devamında satırlara “… Kaldırımlar kirli ve Öldeş/gece küs/uçurtmalarsa piç/lehçesi bozulmuş sahillerin/ben su istiyorum/onlar çöl buyur ediyorlar”. Aman Allahım şu mükemmelliğe bakın “ben su istiyorum/onlar çöl buyur ediyorlar”… Nasıl bir ruh hali; bu? Ne değerler nerelerde nerelere uzak kalmışlar… Değerlerin kıymetini bilmiyoruz. Bilmiyoruz değerlerin kıymetini.

Devamında da Alanlar Sırtı'ndan "Baklakaya"yı izlemek hele ki yaz sıcağında izlenen manzarası ile çok farklı. "Karacevizler Çeşmesi"nin önünde durup Geyve'de aldığımız ünlü "Geyve Üzümü"nü yıkadım. Üzümü yemek için ayrıca bir mola vermedim ama arabada yerken Akdoğan Köyü'ne doğru yol almaya başlamıştım. Anlayacağınız bu gezimizi araba ile yapıyorum. Akdoğan Köyü'ne girdiğimizde yolumuzun sağında bir eski taş hem de üzerinde “Grek Alfabesi” ile bezenmiş yazılarla dolu bir taşı yol kenarı bir evin önünde sıradan bir taşmış gibi gördüm. Tarih boylu-boyunca "sahipsiz" şekilde uzanmış yatıyordu. Elimde bulunan el GPS cihazı ile rakım aldığımızda yükseklik "417 metre"yi gösteriyordu. "Pekmeztopraklığı Sırtı"nı aşmadan önce Akdoğan Köyü’nün gidişe göre sağından akan Çağlayan Deresi’nin menfezini geçiyorum. “Menfez” demişken Şair Orkun Işık’ın kütüphanemde bulunan bir “Şiir Antolojisi”nde yayınlanmış “Menfezler İdamlık” şiirinin son dörtlüğü aklıma geldi. Hayal-meyal sayıkladım hemen oracıkta. Neler dediğimi sormayın biraz atıp tutmuşum; iyi ki yanımda kimsecikler yoktu da “rezil-i rüsva olmadım” oracıkta. Doğrusuna kitapta işaretlenmiş hali ile kavuştum; aha da yazıyorum. “Kalbim de oda-oda zindanlar hep karanlık/Sıfır olmuş ruhum menfezlerim idamlık/Bir gül denizi var göz kapaklarımın altında/Gelip geçiyor Firdevsler beyazlardan bir anlık… Bilmem okuduklarınızdan mıdır; Şair Ahmet Ali. Samsun Bafralıdır, kendisi. Kalemine silahşordur; kalemine tüfektir ve de kalemine ustadır; yazıp-çizerken. Ne yazdığını iyi bilir, kelimelerle oynamayı sever. Biraz bize benzediği söylenir kalem tutuş tarzı dâhilinde. Bunu burada söylesem ve de yazsam aha da yazdım zaten. “Kibr”e girecektir ama gerçekte budur, hakikaten. Yazdığımda anlayacaksınız kalemindeki silahşorluğu. Sonra “dedi” dersiniz. İnanın buna. Bakın nasıl giriş yapmış genç şairimiz. “İki ayrı meşgale iki ayrı sılaya…/Serseri bir ondörtlü kördüğüm gecelere/İki ayrı şarjörden boşaltmış ikimizi…/ Gün olur ağır gelir taşıdığın kefenin/Bir gece karanlığı zift dolu tepelerde/Dilinde bin vah olur, kaybettiğin gençliğin”. Yok, böyle bir anlatım, yok böyle bir izanın içinde kaybolup gitmek. Okudukça olmuşum mahf-ı perişan; olmuşum derd-i isyan. Devamında şiirin adının geçtiği mısraları da verdiğimde göreceksiniz ki şiirde duyguların paylaşımını. “İki ayrı ırmaktan, iki ayrı denize/Akıyor gözyaşlarım sonsuzluk menfezine/Başkasının gecesi, başkasının gündüzü/Her nasılsa hayattır hepimizin sürdüğü/Hayat acı, hayat zor/Yoksa hepsi büyü mü?/Bir çoban kavalından duyarsın öldüğümü/İşte o gün ilk defa görürsün güldüğümü…”

Söyleyecek söz bulma da zorlanıyorum. Anladınız siz ne diyeceğimi. Anladınız, anladınız. Daha sonra sizinle paylaşırız. “Paylaşmak, mutluluktur”. Öyle değil mi? Sonra İl Özel İdaresi'nin 2008 yılında yaptığı "Akdoğan Göleti”ni gördüğümde yüksekliğimiz deniz seviyesinden "509 metre" olmuştu bile. Akdoğan Göleti'ni batısından gelen Yaz Deresi ile kuzeyinden gelen Kınalı Deresi ve Köy Deresi kısmende sanki “Çağlayan Deresi” beslemekte. Dört derenin insan ve hayvan içme suyu ihtiyacı kullanımına açık sularının bulunduğu "Seva Çeşmesi", "Sazakpınar Çeşmesi" ve "Mecitpınarı Çeşmesi"nde büyükbaş hayvanların istilasına uğramış durumda. Burada söylemeden geçmek olmaz; onu da söyleyelim. “Seva” Ermenice eski bir kelime. Türkçe karşılığı “denklik, beraberlik, birlikte olma, denk, müsavi” olarak şekillenmekte. Aynı dilin grameri içinde bir de “sevaim” vardır ki; onun da anlamı Çayıra başıboş salınmış hayvanlar, otlak hayvanları”dır. Yaz Deresi’nin yatağı “Kertil Tepesi”nin eteklerinde. Kertil; bakınca sözlüklere “Geçit, boğaz, inişli-çıkışlı yol” anlamı ile karşımıza çıkmakta. Ordu’da kimi yerlerde Patates”in adı olmuş Kertil, Ünye’de de “engin-uçsuz bucaksız verimsiz toprak” anlamında kullanılır. Kertil’i ilk kez duymuşluğum yok. Kaynarca’da İlçe Özel İdare Müdürlüğü görevim sırasında “Kertil Köyü”nü gezip görmüşlüğüm vardır. Antep’te, Balıkesir’de Ordu’da da Kerti isimli köylerin varlığını o yıllarda öğrenmiştim. Hatta Ordu’nun Işıklı Köyü’nde bulunan dört mahalleden birinin adı “Kertil”dir. O yıllarda “Kertil Mahallesi”ni Gaziantep’ten bir Ordulu asker gencimiz şöyle yazar mektubuna. “Sayın… Kertil, Merkez Sokak Işıklı-Ordu” diye yazar. Her nedense mektup “Kaynarca Kertil Köyü” ne gelir Muhtarda “Bizim köyde böyle biri yok, hem bu mektup Ordu’nun” der ve bana iade eder, bende alıp Kaymakamlığın karşısındaki PTT’ye teslim etmiştim. Antep’te müvezziler “Kertil”leri karıştırmış olsa gerek. Göletin kenarına geldiğimde akşamın karartısı hafiften belli oluyor ve hafiften de serinlik başlamıştı bile. Açtım çantamı meşhur “patates haşlama”mı ve “bol kaşarlı tostu”mu koydum önüme. Yanında da “Ayran”. Ayranı ve yoğurdu eskiden beri çok severim. Ramazan Ayı’nda ayranı kesinlikle yanımdan eksik etmem. Zaten çorbayı içtikten sonra “bir bardak ayran içme”den yemeği tabağıma koydurmam. Ayranın markasını demem reklama girer demeyeceğim ve adını söyleyeceğim. “Güneşoğlu Ayran”. Yereli severim, yerel olan her şeyi severim. Dostlar burası çok güzel, burası çok havadar; hem balıkta var. Böyle bir geziyi sizlere de tavsiye ederim.

 

Tekrar buluşmak ve karşınıza çıkmak üzere Allaha Emanet Olun…

İrfan Özdilek NİŞANCIK

 

 


İrfan Özdilek Nişancık hakkındaki diğer yazılar
Gösterim: 4195 | E-posta

İlk Yorumu Siz Yazın
RSS Yorumlar

Yorum Yaz
  • Lütfen Yorumlarınız Haberin Konusuna Uygun Olsun.
  • Kişisel Sözlü Kelimeler Silinecektir.
Adınız:
Başlık:
BBCode:Web AddressEmail AddressBold TextItalic TextUnderlined TextQuoteCodeOpen ListList ItemClose List
Yorum:



Güvenlik Kodu:* Code
Bu Habere Yazılan Yorumlar Hakkında E-Posta Aracılığıyla Bilgilendirilmek İstiyorum

Yazdır E-posta
 
 
 
© 2000-2019 Geyve.com Sitedeki içeriğin tarafımızca oluşturulan kısmı kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede kullanılan grafiklerin ikinci şahıslarca kullanılması yasaktır. Yer alan yorumlar ve haberlerden yazarları sorumludur.